YAYLAYA GÖÇ
Çetin bir kışın ardından havalar ısınmaya başlar. Dağların güney yamaçlarında karlar yavaş yavaş erir. Dağlar avlu gibidir. İrili ufaklı köylerin kimi esikte, kimi kesikte sıra sıradır. Seslensen öbür köyden duyulur. Ahali için tek maişet kaynağı, mal ve davardır. Bahara kadar ahırlar hayvan mayısı ile dolar ve gün geçtikçe ahırlara kokudan girilmez.
Nisanın ortalarına doğru dağlar misafir alır. Yaylaya göç vaktinin geldiğini herkes bilir. Dağlar köyleri çağırır. Köyün muhtarı yüksekçe bir yere çıkarak “Ey ahali! April’in yirmisinden sonra herkes yaylaya göçecek. Ekinler gövermeye başladı. Bağda, bostanda sığır, davar görürsem kötü olur. Haberim yoktu, duymadım, görmedim, demeyin!” der.
Yaylaya gitmek için hazırlıklar başlar. Ayakkabıda, kelikte yırtık varsa dikilir. Potinde, terlikte delik varsa közde kızdırılan maşayla yapıştırılır. Kağnının tekeri, eşeğin palanı onarılır. Atın eyeri, üzengisi elden geçirilir. Öküzlerin ayağı nallanır. Su tulukları meşe ağacının kozalaklarıyla yıkanır. Tüfeğin saçması bitmişse ısmarış verilir. Yaylada hayvanlara zarar gelmesin diye hocaya gidip kurtağzı bağlatılır. Otuz kırk büküm ekmek hazırlanır. Yaylada hemen hamur yoğurup ekmek yapmak zordur.
Göçmek çaredir, bolluğa açılan kapıdır. Yaylaya göçerken büyükleri telaş, çocukları ise heyecan sarar. Evdeki kıymetli eşyalar birer birer sarılır. Yükte hafif pahada ağır olanlar tuz torbasına, çorabın içine, iteanin arasına konulup evliğin bir kovuğuna saklanır. Kaba eşyalar ağrığa konulup arka odaların birine istif edilir. Evi dar olanların eşyaları, yaşlısı olup da yaylaya göçemeyenlerin evine konulur.
Yaylalar uzaktır. Yolculuğa çıkacak olan hayvanların önceden hamı alınır. Evler akşamdan boşaltılır. Helke, kazan, ileğençe, teşt, tabak iç içe konur. Yorgan, yastık, kırlent, minder kağnıya yüklenir; sicimle sarılır. Gurk tavuğu cücükleriyle birlikte sepete konulup kağnının cereğine asılır. Tuz, gaz, kil, şeker heybelere doldurulup eşeklere yüklenir. Bebekler, heybenin karşılıklı gözlerine konulur. Heybenin öbür gözünde bebek yoksa diğer gözüne de taş konulup denklenir. Takati olmayan eşekler kağnının arka kazığına bağlanır. O gece dışarıda kalınır. Kağnının dibinde yatılır. Şiltenin altından bir ses gelir: “Gül ki güller açsın gül yanağında / Yanım sola dönük yatam sağında / Firdevs-i âlâda, irem bağında / Sana benzemeyen gül olmaz olsun.”
Yayla göçünün görgüsü de duygusu da başkadır. Önden gidecek olan hayvanlar gelin gibi süslenir. Göçerken mal sahipleri danayı, düveyi sığır çobanının önüne katarlar. Çobanlar dövme yünden yapılmış keçeyi omzuna takar. Koyun sürülerini götüren çoban ayrıdır. Koyunlar çobanın kavalını dinlerken süzünür. Çobanlar koyunların kime ait olduğunu sesinden bilir, bilmediklerini tıkırdağından tanır. Kuzuları, buzağıları kızlar sürer. Akşamdan eline kına yakan genç kızlar, renkli giysilerini giyip kolçaklarını takar; önlerine kattıkları döngüleri heyleyip, muhabbet ederek yol alırlar. Erkekler işlemeli gömleklerini giyer; ellerine krem yağı, ökçelerine katran sürerler. Uzun yola alışık olmayan çocuklar kuzunun, buzağının içine karışır. Çocuklar ağızlarının dolusu gülerler. Çocukların keyfine diyecek yoktur. Yüzlerce kelekten çıkan zil sesi, ıslık sesi, yaylaya göçün tarifsiz melodisi olur. Yayla yolcuları bu sese makamsız eşlik ederler: “… Çok özledim yayla seni / Rüzgâr eser deli deli / Açılır çiğdemi, gülü / Göçelim bizim yaylaya…”
Ala şafakla kağnılar köyün çıkışında toplanır, arka arkaya sıralanır. Geç gelenler beklenir. Hava aydınlanıncaya kadar çıra yakılır. Dizlikler çekilir, pabuçlar beldeki kuşağa sokulur. Köye son kez dönüp bakılır. Ayakta çarık, elde meses, omuzda heybeyle yola revan olunur. Kağnıların arasından yanık bir ses gelir: “… Yaylaya gideceğim / Yollarda kala kala / Yaylalar oy oy da / Iğralar oy oy…”
Kağnıya binenler ığralanarak gider. Yolda kağnı gıcırtıları birbirine karışır. Yayla yolları inişli yokuşludur. Kayalıklardan geçerken kağnısının oku kırılan, mazısı evleyen, zevlesi kopan yolcunun hâli yaman olur. Kağnının başına toplananlar, kırılan yerleri onarmak için bütün maharetlerini ortaya koyar.
Göç yolunun mola yerleri bellidir. İlk durak oluktur. Vişne rengi kayalarla bezenmiş oluktan buz gibi su akar. Bakraçlar doldurulur. Sular cereyle kafaya dikilir. Çalıların dibi kösnü yuvalarıyla doludur. Kumkertişi, kayaların üstünden bütün sakinliğiyle yolcuları izler. Kertenkeleler taştan taşa atlar. Yosun tutmuş kayaların dibine peçelenmiş kaplumbağalar sessizce durur. Çıdırların arasından toygarın, hüthüdün, çayır kuşlarının sesi gelir. Güvercinler dik kayaların arasında kabarıp guruldayarak keyifle takla atarlar. Galengi, yuvasının girişinde dikilip yoğurt çiçeklerinin arasından etrafı seyreder.
Öndeki kağnının öküzüne “Oha!” denilince arkadaki bütün kağnılar durur. Azıklar çözülür. Meydanı bir curcuna sarar. Herkes birbirine yemek ikram eder. Baş soğan, çökelek, bazlama yenir. Kömbenin arasına toz şeker ekelenir. Pungut yerken mola yeri şenliğe döner. Rüzgâr, dağların eteğini yalayarak çiğdemin, nergisin kokusunu getirir.
Yolculuk her zaman umulduğu gibi gitmez. Bazen aniden yağmur bastırır, bazen de kar hamazı çıkar. Yolda doğum yapan kadınlara bile rastlanır. Yakında bir yayla evi yoksa lohusa kadın, üç direkli gölgeliği olan alaçıkta ikamet ettirilir. Yolculuğun en büyük habercisi köpektir. Atların kişnemesi, katırların huysuzlanması, koyunların ürkerek bir tarafa koşmaları tehlikenin olduğunu gösterir. Eşkıya kokusu alınmışsa günün sükûtunu mavzer sesleri bozar.
Yayla yolunda yük taşımak zordur. Yaya gidenlerden yük torbasını sırtında taşıyanlara rastlanır. Yük fazla olursa arkaya bakılır, geriden yolcu gelir diye yol gözlenir. Umut hakikat olur, arkadan bir eşekli çıkagelir. Yolcu, eşeğinin yularını kayaya bağlar. Yol gözleyenin teklifini ikiletmeden onun yükünü eşeğe yükler. Yükün mizanını bozmadan ayar çeker. Laflayarak yola devam edilir. Yolcular birbirine içini döker. Biri: “Yâr dediğimin yarası sol yanımda.” der, diğeri “Dost dediğimin hançer yarası da benim sırtımda.” der. Eşeğin sahibi bir bozlak tutturur. Yol arkadaşı da ona eşlik eder: “… Doğar yaz ayları da çiçekler açar / İller yaylasına yavruyla göçer / Acep bizim kuzuları da oy kimler seçer / Ağlama anacığım buyumuş kader…” diyerek dağların da sözlerin de arasından sıyrılmaya çalışılır.
Kara sekinin düzlüğünde kara çadırlar görünür. Çadırların arkasında develer geviş getirir. Meşeliğin gölgesinde koyun sürüleri yatar. Koyunlar mucuktan korunmak için başlarını eğerek birbirlerine sokulur. Tığ tutan koyunları birbirinden ayırmak zordur. Yandaki yıkık yayla evlerinin arasında cızzana binen çocuklar bir iner, bir kalkar. Biraz ötedekiler kızgın taş, çürülemeç, tura oynarlar. Küçükler körebe, saklambaç, çömçeli gelin oynar. Ellerini yukarıda birleştirerek oluşturdukları kapıdan tren gibi geçen sabilerin bezirgânbaşı çığlıklarını yörük kızının gaydası bozar: “…Yaylacılar göçtü m’ola / Çadırını açtı m’ola / Hele sorun şu soysuza /Acep benden geçti m’ola…”
Durumu iyi olup birkaç gün öncesinden yaylaya göçenler damların yıkık yerlerini onarıp, delinen yerlerini kapatarak çürüyen ağaçlarını değiştirirler. Külü, zibili toprağa karıştırıp kürekle damın başına atarlar. Damların penceresi küçücüktür. Kapıdan ise eğilerek girilir. Evin önündeki ağılın yıkılan duvarları örülür, üzerine ağaç dalları dizilir. Kapısalıklara tenekeden yamalık yapılır. Tandır onarılır, hava deliği açılır. Tandır çukuru kazmak meşakkatli iştir. El, omuz zarar görür. İş yaparken yaralanan ele konursu yakılır. Elin acısı türkünün acısına katılır: “… Viran olmuş yayla damı çürümüş / Ayrık otu her yanını bürümüş / Örtme uçmuş, duvar çökmüş, yürümüş / Bu yıl da geldik biz yine yaylaya…”
Yaylaya yeni gelenler göçü çözmeden ardıcın dibindeki kayaya kösgelirler. Katranlar, sedirler mağrur duruşlarıyla yaylacılara âdeta hoş geldin eder. Daha evvel gelen komşular yeni gelenlere su verir, yemek ikram ederler. Bulgur pilavı, yufka ekmeğe yalınkat edilip yenir. Elicede yumurta pişirilir. Çiçek giymiş makilerin arasından etrafı tereyağı kokusu sarar. Kabuğu menevşe bürümüş kayın ağaçlarının olduğu yamaca doğru yönelinip köpüklü ayran içilir. Yaylanın havası nezihtir. Temiz hava iştah açar, çok yedirir.
Yayla günlerine çabuk alışılır. Ekşimene, yarpuza gidilir. Ayı ekmeği, ışgın, beçikkulağı edilir; karsambaç yapılır. Günün burnuyla inekler sağılıp dağa sürülür. Seyiplenen hayvanlar; maralın, yaban keçilerinin, terbiye görmemiş aygırların arasına karışarak dağların yörebinde yayılır. Yaylanın sekisi otlu, suyu kuvvetli olur. Dağda yayılan hayvanların sırtı iyi et tutar. Bılık gibi olur. Tuz taşının üstüne serpilen tuz, dağda yayılan hayvanları eve alıştırır. Akşam olduğunda inek, tosun, dana, dölpü bayırlardaki cılga yoldan eve kendiliğinden gelir.
Yaylada iş hiç bitmez. Yakacak için oduna gidilir. Manila, balyoz, çivi önceden hazırlanır. Dağların yücesinden öküzlerin boyunduruğuna bağlanarak sürgü getirilir. Dere kenarında; selin sürüklediği dal, kütük, kıymık toplanır. İneklerin, koyunların sütü sağılır. Koyunlar sağılırken çocuklar koyunun başını tutar. Arkasından kuzular bırakılır. Annesini emmeye koşan kuzulara “Holdolo!” denildiğinde kuzular daha hızlı koşar. Akşamüzeri koyunlar örüme gider. Davar, yatağına sabah tekrar gelir. Koyunların önüne teneklerle teştlerle su konur. Koyunlar günde iki kere sağılır. Sütler sahan tası ile eve getirilir. Kollu makine ile süt çekilir. Makinenin bir sömeğinden yağlı süt, diğer sömeğinden yağsız süt akar. Yağsız süte “dinsiz” ya da “hayırsız süt” denir.
Süt kaynatıldıktan sonra soğutulup, içine damızlık katılarak yoğurt yapılır. Makineden çıkan hayırlı sütün yüzü kaymak tutar. Hayırlı süt yayıkta yayılır. Yayığın içine bir topaç kar atılırsa süt hem çabuk yağ verir hem de yağ sert olur. Anneler, ablalar yayık yayarken çocuklar elleri arkalarında yağ dürümü almak için sıra beklerler. Tereyağının lezzetine doyum olmaz. Peynir için süt kaynatılmaz. Hafif ılık olan sütün içine peynir mayası katılıp mayalanan süt süzeklere konur. Altına tahta, üstüne ağır bir kaya konup süzdürülür. Bir süre bekletildikten sonra oluşan peynir tuzlanarak bidonlara yerleştirilir. Yağlar küplere konur. Yağın suyu süzsün diye küpün ağzı ters çevrilir. Yağı alınan katıktan çökelek yapılır. Çökelekler oğlak derisine konur.
Yağmurlu günlerde mantar toplanır. Yağmur çok yağarsa muşambanın altına girilir. Ortadan ikiye bölünen muşambanın altına üç dört kişi sığar.
Akşam olunca ocağın başında muhabbet edilir. Kov, gıybet edip dirliksiz olanlar sohbete alınmazlar. Odunun ateşinde çay demlenir. Çaydanlığın her tarafı is tutar, sacayağı gibi kapkara olur. Evde gaz yağı varsa idare yakılır. İdarenin isinden, dumanından ortamdakiler birbirini zor görür. Sımsıcak konuşmalarla lafın karnı yarılır. Masallar, hikâyeler birbirini kovalar:
“Dağların arasında kocaman bir çay akarmış. Çayın her iki geçesinde yayla evleri varmış. Yaylanın suları feveran, havası mutedil, insanları garip dostuymuş. Bir gece yaylanın ortasına kocaman bir kaya düşmüş. Herkes kayanın etrafına toplanmış. Kayanın içinden bir ses gelmiş ve “Bugün bu yaylaya üç misafir gelecek, onları koruyup kollarsanız bereketiniz artacak.” diye bir söz duyulmuş. O gün akşam sahiden üç misafir gelmiş. Yaylacılar konuklarını bağırlarına basmışlar. Kayadan arada bir ses geliyor ve “Bugün sürüye canavar gelecek.”, “Yitik koyununuz arka koyaktadır.”, “Yaylayı haydutlar basacak.” gibi ne olup biteceğine dair sözler duyuluyormuş. Söylenen sözlerin hepsi de doğru çıkıyormuş. Haber etrafa yayılmış. Başka yaylalardan bu hikmetli olayı seyretmek için gelenler olmuş. Kayayı görmeye gelen meraklılar her geçen gün çoğalıyormuş. Bir süre sonra kayanın cazibesine dayanamayan ziyaretçiler, kayadan parçalar koparıp götürmeye başlamışlar. En sonunda bir parça kalmış. Onu da defineciler almışlar. Kayanın parçaları bitince yayladaki kurtlar, kuşlar, çiçekler, böcekler kendi dilleriyle ağlamış. Yaylada uzun yıllar kıtlık, kuraklık olmuş. Hiç kimse yaylaya göçmemiş.”
Hikâye bittikten sonra iskemlede oturan bir aklı yetik ayağa kalkarak “Gelimli gidimli dünyada taşımıza, çakılımıza sahip çıkalım; elimizin, beytimizin kıymetini bilelim; adamlığı elden bırakmayalım komşular.” der. Duvara sırtını dayayan cüsseli biri yerinden doğrularak elini kulağına götürüp “Yaylaya giderken yolun ben olam / Tatlı söz söyleyen dilin ben olam… ” diye uzun hava çeker. Bir başkası kasveti gidermek için türkünün yolağını değiştirir “… Ördeğin sürüsü gazınan gelir / Baharın kokusu yazınan gelir / Yiğidin sevdiği güzel olursa / Sallanı sallanı nazınan gelir… ”
Nazlarına, niyazlarına bakılmaksızın yaylada sabahleyin erkenden kaldırılan çocuklar, gözlerini ovuşturarak dereye inerler. Önlerine katılan danayı, buzağıyı dere kenarında yayarlar. Sabahleyin derenin suyu billur gibidir. Suyun dibindeki ufacık taşlar kocaman gözükür. Güneş yükseldikçe sıcak vurur. Çomçalı balıklar yosunların arasından çıkıp suyun yüzünde oynar, kurbağalar zıypak kayaların üzerinden başlarını yukarı kaldırarak özgürce ses çıkarır, su yılanları kıvrılarak suyla birlikte akar. Çocuklar pullu balık tutmak için dizlerini çemreyip suya girerler. Balıklar tıpırtıyı duyar duymaz kayaların kovuğuna kaçar.
Yaylada geceler soğuk, gündüzler sıcak olur. Sıcakta itler çalıların gölgesinde yatar. İt olmadan yaylada durulmaz. “İtini avlatmayan, kedisini mavlatmayandan yaylacı olmaz!” denir. İtler öbür köyün yayla evlerinden ürüyerek gelir, bu tarafın itleriyle birbirine girer. Boğuşmanın ardından birer ikişer geri çekilir. Cesur itler kuyruğunu dik tutar, duruşunu hiç bozmaz. Korkanlar ise kuyruğunu iki bacağının arasına alıp gizler. Bir süre dinlenip birbirini izleyen itler, sonra arkadaş olur. Yaylaya yeni göçenler köyün itlerine karşı ihtiyatlı olurlar.
İlerleyen zamanda, yayladakiler köyden gelenlerin eline bakar. Çerçi gelecek diye yol gözlenir. Elinde avucunda çerçiye verecek parası olmayanlar, çerçinin sattıklarına imrenmesin diye çocuklarını eve kapatırlar. Yaylaya gelenlerden en çok köydeki havadisler ve tütün sorulur. Tütün bulunmazsa meşe kabuğundan tütün yapılıp kâğıda sarılarak içilir. Akşamüstü yayla evlerinin önünde ekmek kokusu, mal kokusu, duman kokusu birbirine karışır.
Dokuz on yaşlarındaki çocuklarla yayladan köye eşekle yağ, peynir, odun gönderilir. Çocuklar yola yalnız çıkarlar. Koyu karanlıkta her çalı bir adam olur. Ağaçlar, taşlar şekilden şekile bürünür. Çocuklar, eşeğin kuskununa yapışır; kafayı, gözü kapatıp çoğunu görmezden gelir; en çok da cinden korkarlar. Yolda kağnıya rastlamak büyük şanstır. Harami, hırsız, kolcu… Kim gelirse gelsin çocuklar kağnının sahibine sığınırlar. Yolculukta yağmur yağarsa kayaların dulda yerlerine saklanılır. Ayakkabılar çamurdan kalkmaz olur. Yaşaran otların üzerinde yürürken pantolonlar dize kadar ıslanır. Hasılı yolculuk meşakkatle doludur.
Yaylaya göç her ne kadar zorluklarla dolu olsa da yaylalar büyük bir düş, koca bir nefes, eşsiz bir destandır. Suların akışı, çiçeğin kokuşudur yaylalar. Kınalı kekliğin nakışıdır, kekiktir, kengerdir, beyaz atın yelesi, kuzu meleşmesidir. Burnumuza gelen her çiçek kokusu yaylaları hatırlatır bize. Nerede bir kıvrımlı yol görünse yaylalar gelir gözümüzün önüne. Nerede bir tepe ilişse gözümüze yaylalara bakar gibi oluruz. Nerede bir ardıç ağacı görsek, nerede bir çam kokusu alsak orada yaylaları hissederiz.
Bir zamanlar çalıdan, çırpıdan yapılmış yayla evlerinde binbir türlü zorluğa katlanan insanlar yaşardı. Saatlerce yürünen, şelekle odun indirilen taşlı, kayalı yollarda “Hâlimiz itten beterdi amma keyfimiz beyde yoktu.” diyenlerin göç hikâyeleri zamanın gadrine uğrasa da bizler o kültürle yetişen nesiller olarak “… Geceleri uyumaz dokurduk halı / Bazen ulan derdik, bazen de Ali / Önümüze katsak davarı, malı / Çıksak yaylalara eskisi gibi…” diyerek bir sevdanın öbür adı olan yayla hasretiyle hatıralarımızı süslemeye devam etmekteyiz.
İhsan YALÇINKAYA
Eğitimci/Yazar