HANGİ DEVRİM
Prof.Dr. Durali Yılmaz
İnkılâp, ihtilâl, darbe; bunlar farklı kavramlar. İnkılâp; değişim, dönüşüm anlamları içerir. Bunun gerçekleşmesi için de ihtilâl veya darbe olmayabilir; darbe ve ihtilâl olur ama sonucu inkılâp olmayabilir. Bunların hepsi iç içe de olabilir; Fransız devriminde olduğu gibi. Türkçede devrim kavramı, bunların hepsini içine alacak bir anlam genişlemesine uğramıştır. Bu tartışmaları dilcilere bırakalım; devrimin nerede, nasıl başladığına, kalıcı olup olmadığına bakalım ve bunun nedenlerini irdelelim.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu diyor ki: “İnkılâp donmuştur. O, daha buluğa ermeden, daha ilk adımda ihtiyarlamiş, Arteria-Skleros illetine tutulmuş, daha doğrusu bir nevi çocuk felcine uğramıştır.” (Panorama, s.98, Ist.1971)
Yakup Kadri’nin bu tespitinden yola çıkarak, Batıdaki devrimlerle, doğudaki devrimlerin oluşumlarına bakarsak, durum daha net anlaşılacaktır. Mesela 1789 Fransız devrimini ele alalım. Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi eserinde, Fransız Devrimini ele alır. Buradan anladığımıza göre bu devrim, soylular ve aristokratlarla halkın yer değiştirmesidir. Devrim bir bakıma meyhaneci Madame Defarge’ın ördüğü elişinin ilmikleriyle başlar. Daha açık ifadeyle devrimi başlatan halktır. Aslında gazete ve romanı başlatan da halktır. Devrim, aşağıdan yukarıya doğru ilerleyerek gelişimini tamamlar. Roman ve gazetenin serüveni de böyledir. Roman, zaten halk diliyle yazılmış eser demektir. Bilindiği üzere o zamanlar aydınların dili Latincedir. Halkın birbiriyle iletişimini gazete sağlarken, okuma ihtiyacını da şövalye romanları karşılıyordu.
Bize gelince; ilk gazete Takvim-i Vekâyi, sarayın isteğiyle halkı bilgilendirmek için çıkarılmıştır. Mısır’da da Kavalalı Mehmet Ali Paşanın girişimiyle Vakâyi-i Mısriyye çıkarılmıştır. Padişahın emriyle yayına başlayan bu gazetenin, Osmanlıcanın yanı sıra Arapça, Ermenice, Farsça, Fransızca ve Rumca baskıları da yapılır. Bunun resmi gazete olması nedeniyle burada doğal olarak, yönetimin görüş ve düşünceleri yansıtılıyordu. İlk romancılarımız da Şemsettin Sami, Namık Kemal gibi üst tabakadan aydınlardır. Bir bakıma devrim sayılabilecek Tanzimat ve Islahat fermanları da sarayın emriyle çıkarılmıştır. Halkın bunlarla ilgilendiği de yoktur ve halka yansıyan bir değişim de olmamıştır. Öyle ki, Islahat fermanına halk tepki göstermiş: “Gâvura, gâvur demek yasaklandı,” diyerek, öfkesini dışa vurmuştur.
Bizdeki halkla Batıdaki halkın farklılığını göstermesi bakımından Ebuzziya Tevfik’in anlattığı olay oldukça açıklayıcıdır. Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre piyesinin oynanması ve ilgi görmesi, sarayı tedirgin etmiş ve bu bahane edilerek, Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik ve Ahmet Mithat sürgüne gönderilmek üzere derdest edilmiştir. Bunlar, Lâleli’den kolluk kuvvetleri eşliğinde Eminönü’nde bekleyen vapura bindirilmek üzere yola çıkarılırlar. Halk, yolun iki tarafına sıralanmış ve bunları izlemektedir. Namık Kemal, halkın ayaklanarak, kendilerini kurtaracağına inanır. Vapura bindirilirler ve güverteye çıkarılırlar ki kalk kendilerini görebilsin. Ebuzziya Tevfik’in ifadesine göre Namık Kemal, hâla halkın kendilerini kurtaracağına inanmaktadır. Ne var ki, halk bir seyircidir, olup bitenlerle ilgili değildir.
Yaşanan bu sürgün, Ahmet Mithat’ın uyanmasına sebep olur. Rodos adasındaki sürgün günlerini anlattığı Menfa adlı eserinden de anlaşılacağı üzere aydınlar, hayal dünyasındadır. Halktan başlamayan bir devrim asla gerçekleşemez. Önce halkı bilinçlendirmek gerekir. Bu düşünceyledir ki Ahmet Mithat, halk için eserler yazmaya koyulur. Meşrutiyetin de sarayın bir lûtfu olduğunu ve aynı şekilde geri alındığını söyler. Bu düşüncelerinden dolayıdır ki Genç Osmanlılar ve daha sonra Jön Türkler ile yollarını ayırır.
Bir de şunu düşünebiliriz, bizde ve benzer Doğu toplumlarında soylu ve aristokrat sınıfı olmadığı gibi sadece emeğiyle geçinen işçi sınıfı da olmamıştır. Çünkü sanayi devrimi yaşanmamıştır. Denebilir ki, Doğuda bir otorite ve ona biat eden bir halk, Batıda ise kişilik yani ferdiyetçilik vardır. Yahya Kemal’in ifadesiyle bizde:“Çeşmeden her su içişte Allah’a şükreden” halk vardır. Batıda, yoksulluğa isyan halinde sınıflı bir toplum vardır. Aydınlara gelince; halkıyla iletişim kuramadıklarından kendi sırça saraylarında hayal üretirler. Bu nedenledir ki Tanzimat döneminden beri birbiriyle didişmekten, birbirini yok saymaktan, çıkarlarını gözetmekten ve bununla avunmaktan öte bir şey yapamamaktadırlar. Kendi inandığı değerlerle avunan, bazen iktidarın yanında, bazen de karşısında olarak dikkat çekmeye çalışan, belli ideolojilere tutsak olduğu için dünya görüşü oluşturamayan bir aydının yapabileceği pek bir şey de yoktur.