ALMANCILAR

ALMANCILAR

Anadolu’nun mümbit topraklarının yanında çorak, kıraç ve meşakkatli toprakları da vardır. İnsanın tabiat ile mücadelesi Anadolu’da hiç bitmez. Yükselen yoksulluk nidaları yüreklere taşınır. Bakmaya, görmeye, söz dinlemeye gerek yoktur. Her şey ayan beyan ortadadır. Bozkırda yaşamanın usulü hep aynıdır. Soğuğu soldurur, sıcağı kavurur.

Geçim derdi için alın teri dökenler, yedi kuşak geçse de hep aynı yazgıyı yaşar. Ev bark viranedir. Azıcık yağmur sepelese dam akar. Hamaz vurur, yol kapanır. Sokaklar çamurdan geçilmez olur. Kağnı dahi yolda zor gider.

Atadan miras usulle tarla sürülür, ekin biçilir, yevmiyeye gidilir. İşin biri bitmeden öteki başlar. Ne kadar çaba harcansa  da  ele para pul geçmez. Olsa da elde avuçta kalmaz. Kazanılan gündelikler oracıkta biter. Evde yemek bitesiye değil yetesiyedir. Var olan ise bir çeşittir: ayranlı bulgur, otlu bulgur, bulgur aşı. Nereden bakarsan bak, hepsi bulgur.

Muhannete muhtaç olmamak için gidip yaban ellere sırtını yaslamak tek çaredir. Almanya’ya gideceklerin tamamı suların birbirine benzediği gibi birbirine benzer. Aç, muhtaç, üstsüz başsız, garip kimseler.

Almanya’ya gitmek için  önce ad yazdırmak gerekir. Adını yazdıranlar senelerce sıra bekler. Kâğıdı gelen kişiler zarfı alır almaz müjdeyi vermek için horantasının  yanına koşar. Daha yola çıkmadan hepsinin adı “Almancı” olur. Almancı olmak, varlıklı olmaktır; sefaletten kurtulmaktır.

Almancılar yüklükteki dışarlık elbiselerini giyer, güneşin burnuyla yola çıkarlar. Altından haşmetli suların aktığı köprünün üstünden geçerken suya taş attıkları çocukluk günlerini hatırlarlar. Yurdunun yuvasının kevenini, kekiğini geride bırakırken kafesli  pencereye el sallarlar.

Derenin alt tarafında mal yayan çobanlar, “Ela gözlüm ben bu elden gidersem / Zülfü perişanım kal melul melul…” diyerek adamda ciğer bırakmayan en yanık bozlakları söyler; böğürlerine hecin devesi gibi çöken hüzne, çaresizliğe rağmen dimdik dururlar. İhtirasla yüklendikleri tahta bavullarıyla birlikte kendilerini savuşturmaya gelenlerin de yükünü omuzlarına alırlar. Konu komşu bütün köylüler; kazı, köpeği, eniği, cücüğüyle gözleri yaşlı, yürekleri buruk, ağızlarında dualarla onları köyün dışına kadar uğurlarlar.

Bir kez ısırıp yere attıkları armutların ağaçlarının arasından geçerken karamukların üstüne konup uçan üveyiklerin cıvıltıları birbirine karışır. Kendilerini yolcu edenlere arkalarını dönmeden tepeyi aşar, tevazunun kader olduğu o kocaman yürekleriyle “Şu Dağların Arkasını Bilirim Oy Kader” türküsünü mırıldanırlar. Binbir beklentiyle bilinmedik, görülmedik, duyulmadık bir garip vatana doğru yola koyulurlar.

Almancılar pasaport çıkartırken didik didik muayene edilir, ağızlarında bir diş dahi noksan olsa geri çevrilirler. Okuma yazma bilmeyenler huzura bile çağrılmazlar. Boy pos, kaş, göz hatta ayakkabı numaralarına kadar “Almanya’ya seçilenler defteri”ne  kaydedilirler.

Almancılar gittikleri yerde kaç sene kalacaklarını bilmezler. Gittikleri şehrin garipliğine alışamayıp ana vatana dönmeyi hayal edenler olur. Dün askere Hint’e, Yemen’e  gidenler gibi bugün ekmeğe, yaban ellere gidip belki de hiç dönmeyeceklerdir.

Almanya treni Sirkeci’den kalkar. Trenin vagonları sıra sıradır. Tren bekleyiştir, hasretli bekleyiş… Bir ümit, bir ümitsizlik sarar insanı. Yolcularını uğurlayanlar vagonların buğulu camlarına el sallarlar. Geride hüzün kalır.

Kara tren incecik dere kenarlarından, içi oyulmuş kayalıklardan; ovaların, vadilerin arasından yol aldıkça yüreğe acı çöker. Kompartımanlarda ahbaplıklar başlar. Elinden, beytinden, bağından, bahçesinden, taşından, toprağından ayrılanların ahbaplıkları… Kurt masalları, haydut hikâyeleri, memleket hatıraları anlatılır. Hikâyeler birbirine ulanır. Yeni sözler,  yeni yüzlerle Almanya’ya doğru tren salınır gider.

Tren Münih istasyonuna girerken “Geldik!” diye  anons edilir. Almancılar mızıkalarla  karşılanır. Kendi şehrini dahi görmemiş insanlar, Münih’in orta yerine inerler. Almancılar trenden indiklerinde nereye gideceklerini, gittikleri yerde nereye varacaklarını bilemezler.

Çukurova’dan gelenler Almanya’nın tekstil bölgelerinde, Zonguldak’tan gelenler maden ocaklarında,  Hatay’dan gelenler demir-çelik fabrikalarında  çalıştırılmak üzere tasnif edilir. Babayiğit olanlar, Almanların ağır iş olarak görüp çalışmak istemedikleri işlere yönlendirilir.

Almancıların yerleştikleri evin suyu akmaz, ışığı yanmaz, bacası tütmez. Evler barakadır. Barakalar tutkalla yapıştırılmış gibi yan yana dizilidir. Almancılar üçerli beşerli gruplar hâlinde bir arada kalırlar. Beraber yemek yapıp birlikte ev işi görürler. Parasız kaldıklarında birbirlerine yardım ederler. Oturma odaları ayrı; aşhane, hamam, abdesthane ortaktır. Hanımlar evden dışarı çıkmaz, yerlerinden kıpırdamaz, dil bilmez, diş bilmezler. Kimseyle  konuşamaz, kimseye dertlerini anlatamazlar. Geç vakitlere kadar çalışan kocaları eve gelinceye kadar duvarlarla konuşurlar. Asabiye doktorlarına dahi gidenler olur.

Almancılar ikamet ettikleri yerde el kol işaretiyle meramlarını anlatırlar. Bakkaldan yumurta isteyenler tavuk sesi çıkarır, yanlışlıkla köpek maması alanlar olur.

Günler birbirini kovalar. “Kara gün derler de tez gelir geçer / Elbet bir gün kış biter de yaz gelir…” hayaliyle yanıp tutuşan Almancılar, burunlarının direği sızlarcasına hasretlik  çekmeye başlarlar. Ana, ata, eş, çocuklar yürek yangınıyla özlenir.

Yüreğin ateşini mektup giderir. Almancıların gözleri, memleketten gelecek haberdedir.  Karşılıklı yazılan mektupların sonundaki dizeler farklı olsa da duygular aynıdır: “Çağırsam, bağırsam duyulmaz sesim / Sılaya gitmeye yetmez nefesim / Bütün eşi dostu geldi göresim / Ağlayıp dururum Almanyalar’da.”

Evlattan babaya, babadan evlada mektup gelir. “Baba bilir misin, bize ne oldu? / Bir sene demiştin, bak kaç yıl oldu! /Ayten, Mehmet, Gülten sarardı soldu. / Evlerimiz viran oldu, dön baba!..”

Mektup babaya ulaşır ulaşmaz cevap  gelir. “Mektubun içimde açmıştır yara / Gelirim dağları ben yara yara / Eliminen yolcu ederim  askere / Bekle yollarımı gelirim oğlum…” Baba, mektubun arkasına el resmi çizer. Kuru gül ile birlikte zarfın içine birkaç da Alman markı koyar. “Zalim Almanya, zalim Almanya!” diye kendi kendine konuşarak mektubu postaya verir.

Zalim Almanya’ya konser için halk ozanları gelir. Onların  bir tebessümü Almancıların binbir derdine ilaç olur. Türkiye’de yakını olan Almancılar, gelen ozanlardan haber almaya çalışır. Utandıkları için bir türlü hanımlarıyla ilgili havadisleri soramazlar. Almancıların hâllerini gözlerinden anlayan ozanlar, teline dokundukları sazın sesini kendi sesleriyle birleştirerek olup bitenleri Almancıların kalplerine  aktarırlar: “Elleri koynunda pınar başında / Almanya’ya doğru bakar o gelin / Yedi yavrusu var dördü peşinde / Çıkar da yollara bakar o gelin…”

Ozanlar çalmaya, söylemeye devam ederken sazın, sözün yerini hıçkırıklar alır: “Aylar geçer senesinden habersiz / Kitap okur manasından habersiz / İplik düşmüş iğnesinden habersiz / Dikeceği yerde söker o gelin…” Duyduklarına daha fazla dayanamayanlar, birer ikişer bulundukları yeri terkedip ağlayarak öteki odaya geçerler.

Almancılar bir traktör, bir tarla ya da bir ev parası kazanıp memleketlerine  döneceklerini kavlükarar eylemişken gidişat hiç öyle olmaz. Zaman uzar ancak arkada kalanlar unutulmaz. Kazançlarından annelerine, babalarına, eşlerine, kardeşlerine gönderirler. Yolladıkları paralar alıcının eline üç ayda zor ulaşır. “Para gelmiş Mehmet’imden Eşe’ye / Çocukları çekilmişler köşeye / Yavrular babasız nasıl yaşaya / Almanya’ya giden geri dönmüyor…”

Türkiye’ye dönmeyen Almancılar da yol gözleyen Almancıların hısım akrabaları da Türkiye’nin Sesi radyosunu dinlerler. Her gece radyonun başına birikenler  türkü isteğinde bulunurlar. Dert yüklü türkülerle  umutlar, özlemler giderilmeye çalışılır. Dinleyiciler radyonun içinden gelen ses ile âdeta sevdiklerinin soluğunu hisseder, program bitinciye kadar radyonun başından ayrılmazlar. Köln Bülbülü Yüksel Özkasap’ın talih ihtiva eden “Verem Oldum Hasta Düştüm Köln’de”  türküsü Almancıların dilinden hiç düşmez. Halk müziğinin usta isimleri; “Benim Döndü’m Almanya’ya Gidiyor”, “Almanya’ya  mahkûm Ettin Yoksulluk Beni”, “İzin Ver Meister Köye Gideyim” türkülerini hikâyeleriyle birlikte söylerler.

Radyoda anlatılan hikâyelerden birisi de ateşte kavrulup gamda boğulan Zeynep’in hikâyesidir. Zeynep genceciktir. Gözleri eladır. Üzüm karası belikleri neredeyse yere değer. Zeynep; eşikteki  Ayşe’yi, beşikteki Ahmet’i, “anne!” diye sayıklayan Fatma’yı Türkiye’de  bırakıp Almanya’ya gider. Zeynep’in eşi çocuklara bakamaz. Bir müddet sonra döneceğini vadeden Zeynep’in sözü arafta kalır. Aradan aylar geçer. Almanya’da ince hastalığa yakalanan Zeynep, yarım kalan hülyalarıyla birlikte rahmete kavuşur. “Adı batasıca Almanya, seni icat edenin gözü kör olsun!” diyen kocası, Zeynep’e ağıt yakar: “Zeynep Almanya’nın yolunu tuttu / Ayşe’nin, Fatma’nın boynunu büktü / Altı aylık Ahmet’i nasıl unuttu? / Yavan ekmek yiyelim, dön gel Zeynep’im…”

Bahtiyarlığı azaltıp kederi çoğaltan ölüm, memlekete gitmeyi daha çok hatırlatır. “Ölürsem beni yurduma götürün, Garipler Yaylası’nda bir mezara gömün, Almanya bizim Yemen ellerine benzedi.” diye sitem eden Almancılar, izne ayrıldıklarında memleketlerine gitmek için gün sayarlar.

Memleketlerine izne gelen Almancılar, başlarındaki fötr şapkalardan bilinirler. Sokakların arasına sığmayan müstamel Chevrolet’ten inerken belleri dar pantolonları yukarıya çekip İspanyol paçaları sağa sola savurur, ala bula içliğin düğmelerini yarıya kadar açar, bir zavurla  kahvenin önünden geçerler. Almancıların peşine kâğıtlı şeker, Alman çikolatası, arkası pamuklu sigara almayı uman kalabalık takılır. Almancılar, bir ellerinde valizleri, diğer ellerinde  kulpundan tuttukları teypleri; kömürlü ütü yakar gibi yukarı aşağı sallayarak  köyün içine doğru yürürler. Kahvenin önünde sekilenenler, ellerindeki çay bardaklarını bir kenara bırakıp Almancıların sükseli yürüyüşlerini izler. Valizine sımsıkı sarılan Almancıları seyreden ahali, “Almancıların da havasından geçilmiyor.” diye fısıldaşır.

 

Almancı valizlerinin tutağı kızaklı, tekerlekleri bilyeli, kılıfı rengârenktir. O valizin içinde Almancıların henüz küçük yaşlardayken babalarının ölümünün ardından analarını bırakıp gurbete çıkışlarının hatırası saklıdır. Çalıştıkları fabrikalarda makinelerin başında geçen sayısını bilmedikleri geceli gündüzlü haftalar, aylar gizlidir. O valizin içinde, Sirkeci Garı’ndan başlayıp  Münih Garı’nda biten tren yolculuğunda  istif ettikleri çileli hayatların yekûnu vardır.

 

Zamanla Almancılar Türkiye’yi yol eder. Almanya’ya gidip gelmeler her geçen gün artar. Almancıların memlekete ulaşma hayali, yedi sınır geçip kırk saat süren yolculuğun  yorgunluğunu azaltır.

Almancılar, Türkiye’ye gidip geldikçe doğup büyüdükleri bölgelerden doydukları bölgelere yeme içme kültürünü taşırlar. Her şeyi tane ile alan  Almanlar, kavunu, karpuzu dahi bilmezler. Karpuzu kabuğu ile yer, seçerken de yumuşağını almaya çalışırlar. Almancılar, Almanya’ya giderken yanlarında götürdükleri  erişte, mantı, tarhanayı Almanlara tanıtırlar.

Hâlden hâle giren Almancıların ne gittikleri gurbette kendilerinin ne gurbette bıraktıklarının göz yaşları diner. Türkiye’den Almanya’ya görevli giden öğretmenler, Almancıların kültürel acılarını hafifletirler. Almanlar, Türk öğretmenlere “Kaç eşiniz var?”, “Evinize resim asıyor musunuz?”, “Türklerin kaç bayramı var?” diye sorular yöneltirler. Öğretmenler ise Almanların kendilerini daha yakından tanımaları için onları evlerine davet  edip Türklere yönelik hakir tavırlarını sevgi ile yıkmaya çalışırlar.

Almanya’da doğup Türkiye’yi ziyarete gelen Türk çocukları, örf ve âdetlerle ilgili bocalama yaşar; aileler, “Kalmak mı zor, dönmek mi zor?” düşüncesinin arasına sıkışırlar. Babaların “Almanya’ya geldim başka hâl oldu.”, “ Öyle şımardı ki çocuklar, ah ah!”,  “Terbiye, düzen kayboldu gitti.”, “Ah Almanya, beni ne hâle koydun!..”  çığlıkları hafızalara kazınır.

Düzeni, töreyi korumaya çalışan Almancılar kendi aralarında şenlikler yaparlar. İlk kuşak Almancılar Anadolu ananeleriyle hayatlarını sürdürseler de çocukları fast food ile büyürler. Gençler Alman arkadaşlarıyla hediyeleşir; onların eğlencelerine, bayramlarına  katılırlar.  Alman müziğinin gücüne esir düşenler olur. Türkiye, sadece tatil için hatırlanan bir ülke hâline dönüşür. Hatta babasına “Türkiye’ye gidip kabrinin başında dua etmek çok zor. Sana Almanya’da mezar yeri bakalım.” diyen evlatlar dahi olur.

Yıllar önce bol peşrevli karşılanan Türklere, ırkçı Almanlar bir anda “Türkler dışarı!” demeye başlarlar. Onlarca Türk, Alman ırkçılara kurban verilir. Derdi içine çekip dermanı üfleyen Almancılar duygularını ancak dörtlüklerle dile getirirler: “El gâvuru vurur taş gibi sözler / Dermanın mı yokmuş sararmış yüzler / Yavrum boynun eğmiş yolumu gözler / Bırakmaz yakamı zalım Almanya…”

Almancılar “Alamanya, Alamanya Türk gibi işçi bulaman ya!”, “Alamanya’nın emektarıyız, aldın balımızı bizler arıyız!” sloganlarını sokaklara yazarak duygularına  Almanların kulak vermelerini isterler.

Almancılar, yaşadıkları yerlerde kendi sokaklarını oluştururlar. Akran ve arkadaş gruplarıyla birlikte kendi iş yerlerini kurarlar. Alman köylerine kadar dönerci dükkânları açarlar. Sucuk, pastırma ve kurutulmuş biberleri kancayla bakkalların önüne asarlar. Almancıların arasından çalıştığı fabrikaya ortak olanlar bile çıkar. Almancılar için şiirler yazılır, filmler çekilir, kitaplar basılır…

Almanya’yı muktedir bir devlet olarak tanımlayan Almancılar olduğu gibi merhametsiz bir devlet diye tarif edenler de olur. Kimi Almancılar, “Almanya’ya  gittik cebimiz para gördü.”, “Almancının kızıyla evlenmesem yazının yüzünde kalırdım.”, “Memlekette kuzu  güdüyordum, kimse yüzüme bakmıyordu. Köyüme cereyanla çalışan değirmen kurdum, bugün itibar sahibiyim.” diye övünürler. Almancılar, elde ettikleriyle gurur duysalar da Almanya’nın derdi, çilesi hiç bitmez.

“Almanya’nın kahrını bir ben bilirim, bir anam.” ifadesi “Almanya’da yabancı, öz yurdunda Almancı” mahlası onların her zaman  içini yakar. Almanya’yı Almanlarla birlikte imar edip mecalini bahanesiz ve  pervasızca  harcayan Almancılar, dün yediklerini unutsalar da yıllar önce Almanya’da yaşadıklarını asla unutmazlar.

 

İhsan YALÇINKAYA

                                                                                                                  Eğitimci / Yazar

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir