Avrupa’da temsiliyet sorunu mu var?

Sussex Üniversitesinde Sosyoloji Profesörü olan Gerard Delanty, Avrupa siyasetinin vatandaşların beklentilerini karşılama noktasında gösterdiği zafiyeti AA Analiz için kaleme aldı.

***

Vatandaşlar doğrudan yönetimde olmadığı için demokrasinin temeli siyasi temsiliyettir. Liberal demokrasi esasen temsili demokrasidir ve siyasi yönetim seçim süreci yoluyla siyasi partiler tarafından etkin bir şekilde yürütülür. “Halkın” doğrudan yönetimi sınırlı bir role sahiptir ve 2016’daki Brexit referandumunda olduğu gibi zararlı sonuçlar doğurabilir. Demokratik yönetimin bir diğer önemli boyutu ise anayasacılıkta olduğu gibi hukukun üstünlüğüdür. Son yıllarda demokrasinin krizde olduğundan, hatta sonunun geldiğinden çokça söz ediliyor. Demokrasinin tehlikede olması için ya temsilde ya da hukukun üstünlüğünde büyük bir kriz olması ya da her ikisinin bir arada olması gerekir. Peki, böyle bir durum söz konusu mu?

Otoriterliğe doğru bir kayma mı var?

Dünyanın büyük bölümünde, özellikle Rusya Federasyonu’nda, son zamanlarda İsrail’de, Hindistan’da ve eski Başkan Donald Trump’tan bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) görüldüğü üzere, değişken de olsa otoriterliğe doğru açık bir kayış var. Ancak Avrupa’da, her ne kadar aşırı sağın seçim zemini kazanmasıyla yükselişe geçmiş olsa da, Macaristan gibi bazı aykırı uçlar dışında, bu eğilim daha az belirgindir. Aşırı sağ 2023 yılında Hollanda’da ve 2024 yılında Avusturya’da en büyük parti olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle illiberalizmin yükselişinin ve otoriterlik hayaletinin dikkatle değerlendirilmesi ve nedenlerinin tespit edilmesi gerekiyor. Geri döndürülemez olmayan bu eğilimlerin, faşizme yaygın desteğin veya aşırı sağın cazibesinin bir göstergesi olmaktan ziyade bir temsil krizinin ifadesi olduğunu düşünüyorum.

Halkın siyasetçilere olan güvensizliğinin arttığı, seçimlere katılımın düştüğü ve siyasi partilere üyeliğin azaldığı görülüyor. Özellikle gençler siyaset sahnesinden geri çekiliyor gibi görünüyor ve demokrasi konusunda yaygın bir kayıtsızlık ve şüphecilik var. Hatta demokrasinin işlemediği ya da bozuk bir dünyayı düzeltemeyeceği inancı dahi mevcut. Yine de demokrasiye karşı duyulan hoşnutsuzluk şikayetlerin dile getirilmesini engellemiyor. Hoşnutsuzluk, neredeyse her zaman sağda ve özellikle de soldaki ana akım partilerin aleyhine olan düzen karşıtı tutumlar şeklinde kendini gösteriyor. Aşırı sağ, bu meşruiyet krizinden en çok faydalanan grup olsa dahi, krizin ana nedeni değildir. Zaten bu partiler hükümete girdikçe düzen karşıtı olma özelliklerini de yitiriyorlar.

Sorunların büyük ölçüde yapısal olduğunu, bireysel ve kolektif çıkarlar arasındaki çatışmayı sistematik olarak çözemeyen temsili siyasetin sınırlamalarından kaynaklandığını öne sürüyorum. Demokrasinin işlemesi için, bir düzeyde her iki çıkarı da tatmin etmesi gerekir. 1945’ten bu yana geçen dönemde, demokrasi ile yumuşatılmış kapitalizmin kolektif çıkarlar ile bireysel çıkarlar arasında bir denge kurduğu söylenebilir.

Kolektif çıkarlar giderek aşındı ve neoliberalizm dönemi bireysel çıkar siyasetine meşruiyet kazandırdı. Bireysel çıkarların kısa vadeli hızlı çözümlerle tatmin edilmesi, uzun vadeli hedefler belirlemeyi gerektiren kolektif çıkara göre daha kolaydır. Bence bugün birçok insan artık kendi bireysel çıkarlarının da seçilmiş temsilciler tarafından temin edilemediğini fark ediyor. Ben Ansell’in Why Politics Fails (Siyasi Başarısızlığın Nedenleri, 2023) ve David Runciman’ın How Democracy Ends (Demokrasinin Sonu, 2018) adlı kitaplarında öne sürdükleri üzere, bu süreç savaş veya örgütlü siyasi şiddet gibi dışsal krizlerden ziyade içsel bir demokrasi krizinden kaynaklanan siyasi başarısızlıkla sonuçlanır.

Avrupa’da temsil krizi

Avrupa’da ABD’de olduğu gibi bir anayasal meşruiyet krizi görünmese de, vatandaşların talep ve beklentilerinin artık siyasi temsil tarafından karşılanamaması önemli bir sorun olarak kendini gösteriyor. Bu durum kolektif çıkarlara yönelik bir arzunun olmadığı ya da bireysel çıkarların temini noktasında dayanışma yokluğu anlamına gelmez. Aksine, kolektif çıkarlara hizmet edilmesi için giderek artan bir talep mevcut. Sorun daha ziyade, demokratik temsil kurumlarının kısmen gerçekleştirilmesi daha kolay olan eski taleplerin ötesine geçen, iklim politikaları ve daha komplike bir hal alan insan hakları ve toplumsal cinsiyet politikaları gibi alanlardaki yeni beklentilerle başa çıkamamasıdır. Kökleri eski ideolojilere dayanan temsil de artık dijital medya, algoritmaların tiranlığı, yolsuzluk ve skandalların sürekli raporlanması bağlamında iyi işlemiyor. Vatandaşların bilinçlenmesi daha fazla şüpheciliğe ve güvensizliğe yol açıyor. Tüm bu eğilimler, siyasi partilerin ve siyasi liderlerin devletin bekçileri olma rollerini kaybettiği bir dönemde ortaya çıkıyor. Teknokrasi çağında, uzmanlar temsili niteliğini giderek kaybeden yönetimde giderek daha önemli bir rol oynuyor ve Jonathan White’ın The Long Run (Uzun Koşu, 2024) kitabında gösterdiği gibi, demokrasi kısa vadecilik tuzağına yakalanıyor. Demokrasiler aynı zamanda hızlı kapitalizmin aksine çoğu zaman çok yavaş olma tuzağına da düşmüş oluyor.

Bu durumda kutuplaşmanın, atomizasyonun artması ve siyasetin korku ya da kişilik kültü tarafından dönüştürülmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bu durum, Habermas’ın kamusal alan teorisinde demokrasinin özü olarak gördüğü türden rasyonel bir konsensüsün sağlanmasını zorlaştırıyor. Ortaya çıkan istikrarsızlık henüz bir yönetim krizine yol açmadı, çünkü koalisyonlar en azından şimdilik aşırı sağın mutlak bir iktidar çoğunluğu elde etmesini engelleyebiliyor.

Mevcut durumda ilerici siyasetin sona erdiğini de söyleyemeyiz. Simon Tormey’in The End of Representative Politics (Temsili Siyasetin Sonu, 2015) adlı kitabında çok iyi bir şekilde gösterdiği gibi, ilerici siyaset sadece kendisini tamamen temsili demokrasinin organları aracılığıyla değil, diğer mobilizasyon ve kolektif eylem biçimleri aracılığıyla ifade ediyor. Temel gerçek, demokrasinin, temsil ve vatandaş beklentilerinin özdeş olmadığı kritik bir kavşağa ulaşmış olmasıdır. Bu durum, birçok ses tarafından doldurulan belirsiz bir boşluk yaratmış durumda.​​​​​​​

[Gerard Delanty, Sussex Üniversitesinde Sosyoloji Profesörüdür. En son kitabı: “Geleceğin Duyguları: Bugünün dünyasında geleceğe dair çelişkili fikirler” (Senses of Future: Conflicting ideas of the future in the world today) (De Gruyter 2024)]

* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir