SAMİMİ YAZILAR ÜZERİNE İHSAN YALÇINKAYA İLE BİR RÖPORTAJ

SAMİMİ YAZILAR ÜZERİNE İHSAN YALÇINKAYA İLE BİR RÖPORTAJ

İhsan Yalçınkaya bir kültür tarihçisi. Yitik kültürün izini süren yazılarıyla  dikkat çekiyor. Geniş kesimler tarafından da çokça ilgi görüyor. Yaşanmış ama bitmemiş bir hikâyenin tamamlayıcı parçalarını tarihin dehlizlerinden keşfedip tekrar gün yüzüne çıkarıyor. Kültür tarihçisi Melek Karadeniz’in kendisiyle yaptığı harikulade röportajı okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.

M.KARADENİZ—Him, keşikçi, siftinenler, üvez, menik, dulda, şelek, hayma, çarkıt… “Melek Hoca’m neler söylüyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim. Bunu bir zamanlar büyüklerimiz kullanırdı. Ahenkli söz sanatlarını bugün yeniden kaleme alıp unutulmaması için  çaba harcayan İhsan Hoca’mıza soracağız? Hocam, bu kelimeler Anadolu’da hâlen kullanılıyor mu; yoksa geçmiş kaynaklardan mı derleme yaparak geleceğe aktarımda bulunuyorsunuz?

İ.YALÇINKAYA—(Gülümsüyor.) Çok önemli bir soruyla başladınız Melek Hoca’m. Anadolu Türkçesindeki bu tarz ahenkli sözler  yaşlılar tarafından halen kullanıyor. Yakın geçmişte yazdığım bir hikâye ile ilgili şehrimizin birinden edebiyat öğretmeni ulaştı bana. “Köşe taşları dualarla yerine konur, çilpi çekilir, şakül tutulur.” diye bir cümleniz var. Sözlüğe baktım ‘çilpi’yi bulamadım, çilpinin anlamı nedir?” diye sordu. Duvar örerken hizayı korumak için çekilen ipi karşılayan “çilpi” gibi nice kelimelerimiz tek tek  unutuluyor. Aslında her bir Türkçe kelime altın değerinde. Bu kelimelerin korunması hususunda hepimizin sorumlulukları var. Eskiden şehre gidip gelenler dili azıcık eğip bükse “Sanki İstanbullu oldu, dil kırıyor.” diye kınanır, çevresindekilerce konuşması engellenirdi. Halk tarafından dil bu yolla korunurdu. Dilimiz bugün bambaşka bir noktaya evrildi. Türk Dil Kurumu penceresinden bakıldığında “Güncel Türkçe Sözlük” te şu an altı yüz on yedi bine yakın kelime bulunmakta. Yeryüzünde en geniş dil hazinesine sahip milletiz. Bu kelimelerin bir kısmı yabancı dillerden Türkçeye geçmiş, uygun söyleyiş içerisinde dil ile kaynaşmış. Biz başka dilleri etkilerken başka dillerden etkilenmişiz. Bunlar olağan gerçekler. Lakin bugün zengin Türkçemizi kullanarak düşünme gücümüzü  artırmak yerine azaltmış, günlük dört yüz civarında kelime kullanır hâle gelmişiz. İfade gücü azalan kişiler konuşmalarında “aynen”, “şey”, “yani”  gibi kelimelerin esiri olmakta. Sözlü ifadenin zihinle yoğun bir ilişkisi vardır. Telaşemiz, gençlerimizin kulağına geçmişimizin ahenkli sözlerini çınlatarak dimağlarında kalıcı bir şuur ve düşünce zenginliği bırakmaktır.

M.KARADENİZ —Kültür tarihi yazarı İhsan Yalçınkaya Hoca’m kimdir?

İ.YALÇINKAYA —Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Aslanbeyli köyünde dünyaya geldim. On dört çocuklu ailenin yaşayan yedi çocuğundan en küçüğüyüm. İlkokulu köyümde okudum. Pazarören Öğretmen Lisesi, Hatay Eğitim Yüksekokulu ve Gazi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümünü bitirdim. Siirt, Batman, Diyarbakır ve Bitlis’te öğretmenlik yaptım. Ankara’nın değişik okullarında öğretmenlik ve idarecilik görevlerinde bulundum. TBMM’de milletvekili danışmanlığı yaptım. Kayseri ve Ankara’da görev yapan elli bine yakın okul yöneticisi ve öğretmene “Olumlu Sınıf Yönetimi” konulu seminerler verdim. Değişik radyo ve televizyon kanallarında eğitim programları düzenledim. Ankara İl Millî Eğitim Müdür Yardımcısı olarak görev yaptığım dönemde;  Ölçme, Değerlendirme ve Sınav Hizmetleri, Sosyal ve Kültürel Faaliyetler, Yetiştirme ve Destekleme Kursları ile Valilikçe yürütülen “Şiir Şöleni”, “Dedeme Nineme Mektup” ve “Çocuk Dostu Şehir Ankara”  projelerini yürüttüm. Mimarı olduğum “Öyküleriyle Türkülerimiz”, “Her Sınıf Bir Piyes Oynuyor”, “Dilimizi Koruyalım”, “Gelenekten Geleceğe Çocuk Oyunları”, “Kıssadan Hisse Gönül Sohbetleri”, “Ankara’nın Yıldızları”, “Bilgileşim Pazarı” ve “Onlar Nasıl Başardı? (Öğretmen Hikâyeleri)” projelerini Ankara’nın 25 ilçesinde uygulamaya koydum. Eğitimle ilgili Portekiz ve Finlandiya gibi ülkelerin yanı sıra Türkiye’de bulunan Suudi okullarına sağladığım destek nedeniyle Kral Salman Bin Abdülaziz El Suud’un davetlisi olarak Suudi Arabistan’a gittim. Şu anda Millî Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Genel Müdürlüğünde şube müdürü olarak görev yapıyor ve mesai dışı zamanlarda da kültür tarihi alanında araştırma yazıları yazıyorum.

M.KARADENİZ —Kendisini insana adamış bir ömür diyebiliriz İhsan Hoca’m. Bu gayretlerin devam edeceğine inanıyorum. Peki, kültür tarihi alanında yazı yazmaya nasıl başladınız? Bu alana merakınız nasıl oluştu, nasıl devam ediyor?

İ.YALÇINKAYA —Kültür tarihi alanındaki yazıları okumayla birlikte değerlendirmek gerekir Melek Hoca’m. Okumanın yazmayla büyük bir bağı vardır. Okuma yaşatır, yazma ölümsüzleştirir. Okuma, yeni bilgilerle zihni zenginleştirirken yazma, zihindeki bilgileri inceler; sorgular, ilişkilendirir. Bir amaca hizmet ederken her ikisinin de uyum ve düzen içerisinde olmaları zorunludur. İlkokul yıllarımda, ağabeyim İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulunda okuyordu. Tatillerde bize çocuk kitapları getirirdi. “Kuzucuk”, ilk tanıştığım kitap serisidir. “Kuzucuk”,  annesini kaybeden ve kurda yakalanmaktan korkan bir kuzunun dere tepe annesini arayışının hikâyesidir. Kitabı yüzükoyun yatıp ağlayarak okuduğumu hatırlıyorum. Sonra “Cin Ali” serisiyle karşılaştım:  “Cin Ali’nin Topu”, “Cin Ali’nin Atı”, “Cin Ali Okulda”  ve devam eden bir dizi kitap… İlkokul öğretmenim, Türkçe derslerine başlamadan önce birkaç sayfa kitap okurdu. Hikâyenin sonunu merakla beklerken “Arkası yarın, çocuklar.” deyiverirdi. Hikâyenin devamını heyecanla beklerdik. Öğretmen okulunu kazandıktan sonra kendimi kitapların içinde buldum. Pazarören Öğretmen Lisesinin çok zengin bir kütüphanesi vardı. Kütüphaneden her hafta bir kitap alır, okuduktan sonra teslim ederdim. Kemalettin Tuğcu’ nun “Üç Arkadaş”, “İçler Acısı” kitapları aklımdan hiç çıkmaz. Ömer Seyfettin’in “Kaşağı”, Ahmet Günbay Yıldız’ın “Yanık Buğdaylar” kitabı da etkilendiğim kitaplar arasında. Mahmut Makal “Bizim Köy” adlı kitabında, doğup büyüdüğüm Aslanbeyli köyünü anlatır âdeta. Hatta kitabın kapağındaki öküzler dahi bizim kağnıya koştuğumuz öküzlere benzer. Zamanla Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kilit”, “Anahtar”, “Kapı”, “Konak”, “Çatı” roman dizisini; Erol Güngör’den Cemil Meriç’e, Nurettin Topçu’dan Necdet Sevinç’e çok sayıda yazarın eserlerini okudum. O dönemde, okuduğum kitapların isimlerini cep defterine tek tek yazıyordum. Vakit ilerledikçe okuduğum kitapların kaydını tutmamaya başladım. Okuduklarım birike birike kültür tarihine dönüşmeye başlamış olmalı ki ben de bu alanda yazılar yazmaya yöneldim.

M.KARADENİZ —Bu arada okuma listesi merak edenler için de yazar isimleri paylaştınız. Kültür tarihine ait yazılarınız son zamanlarda oldukça ilgi görmeye başladı. Konu seçimini nasıl yapmaktasınız?

İ.YALÇINKAYA —Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bir yazı okurun yüreğine dokununca okunmaya başlar. Okurun yüreği; dünyanın en saf, en nahif, en latif yeridir. Yazarın alın terini kalbinde hissettikçe okur orada kendini görür; kendini bulur. Yazılar çoğaldıkça okurlar da çoğalıyor, gölge gibi yazarı takip ediyor, bundan sonraki yazının konusu ne olacak diye sabırsızca yeni yazıyı bekliyorlar. Bazı okurlar “Şu başlıkta bir yazı yazın.” derken bazıları köyde, kasabada, kentte hiç duyulmadık, bilinmedik hikâyeler gönderiyor. Anadolu’da yazarını bulamayan, yazıya dökülmeyen nice hikâyeler var. Ben de çıkınımda biriktirdiklerimi, okurun kültür tarihini hizalayan istekleriyle harmanlayarak konu seçimini yapıyorum.

M.KARADENİZ —Yazdıklarınız sanki kendi yaşantınız gibi, oldukça fazla detay içeriyor. Yazılarınız yaşantınızın ürünü mü, yoksa iyi bir gözlem yeteneğinin sonucu mu?

İ.YALÇINKAYA —Her ikisini de söyleyebilirim. Aslında yazdıklarım ağırlıklı olarak yaşadıklarımın bir parçası. Babam rahmetlik, çerçiydi. Yaz kış demeden her mevsim eşekle köyleri dolaşırdık. Satış yaptığımız köylerin her birinde konduğumuz bir yer olurdu. Öteberi sattığımız yerler ya bir duvar dibi ya bir ağaç altı ya da bir çeşme başıydı. Babam siyer anlatır, acıklı hikâyelerle devam eder, sonra da etrafına toplananlara ağıt söylerdi. Ardından heybemizde, torbamızda bulunanları satmaya başlardık. Buralar tam bir halk kültürü meydanıydı. Yazılarımın çoğu doğup büyüdüğüm Aslanbeyli ve çerçilik yaptığımız civar köylerde olup bitenlerden oluşmaktadır. İlçemiz Pınarbaşı’ndaki köylerin çoğu Avşar köyleridir. Avşarların kaderi de kederi de bambaşkadır (Derinden bir nefes alıyor, duruyor, efkârlı nefesini yavaşça bırakıyor.). Avşarlar kışın Çukurova’da, yazın Toros Dağları’nın eteklerinde evsiz barksız tabiatın kucağında yaşamış, çok eziyet çekmiş bir topluluktur. Bölgemizdeki yokluk ve kıtlık her birimizi ya bileğinden ya yüreğinden yakalamıştır. Avşarlar kimseye eyvallah etmezler. Her biri birer Dadaloğlu’dur. Avşar kadınları ve erkekleri bu hâli ağıtlara, türkülere, söze dökmüşler. Bu nedenle Avşar hikâyelerinin biri bitmeden öteki başlar. Düğünde, ölümde, tarlada, tandırda bu hikâyeleri duyarak, dinleyerek büyüdüm ben. Avşar köylerinde yaylacılık, hayvancılık, ekicilikle geçen bitmez tükenmez hikâyeler vardır. Hepimiz biliriz ki edebî alanda yoksulluğun güzellemesi meşhurdur. Ben de derede çimdiğim; dağlardan odun, tezek topladığım; arazide tırmık çekip, deste yapıp harmanda düven sürdüğüm günleri, o devirde yaşanan ıstırabı kültür tarihi çerçevesinde yazıyorum.

M.KARADENİZ —Bir arkadaşım “Melek, eskiden gözlerin boş bakardı; şimdi kömür karası bakıyor.” demişti. Önce özü yanıyor insanın demiştim, sonra gözleri ve sözleri. Sonucunda efkârlı türküler çıkıyor ortaya. Öz neşeleniyorsa göz de söz de neşeleniyor, türküler şenleniyor bu defa. Hocam, yazılarınızda mutlaka türkülerden ya bir beyit ya bir dörtlük görüyoruz. Bunun nedenini açıklar mısınız? 

İ.YALÇINKAYA —Türküler yüreğimizin dili, başımızın sevda yelidir Melek Hoca’m. Tarih boyunca oluşturduğumuz duygu ve düşünce hazinemizi geleceğe aktarmanın en önemli yollarından biri türkülerimizdir. Yurdumuzun her yöresi buram buram türkü kokar. Her türkü, bünyesinde bir öykü taşır. Büyük çoğunluğu anonim olan türkülerimiz; Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun, Âşık Veysel’in ve daha nice halk ozanının deyişleriyle nesilden nesile aktarılmıştır. Bu konuda TRT’yi de takdir etmek lazım. Muazzam bir türkü arşivine sahip olduğunu iftiharla söyleyebilirim. Türkü, bir ırmak misali geçtiği her bölgeden, her yöreden, her topraktan beslenir. Türküler ağıtlarımızı, halaylarımızı, ninnilerimizi; hasılı kültür dünyamızı zenginleştirir. Ecdat yadigârı ananelerimizi yaşatacak temel kültür mirasımız, türkülerimizin içinde saklıdır. Bu konuda çok beğendiğim bir sözü sizinle paylaşmak isterim: “Türkülerin okunmadığı yer vatan olmaktan çıkar.” Bu yönüyle yazılarımın içerisinde türkülere özellikle yer veriyor, türkülerimizi paragrafların arasına serpiştiriyorum. Ayrıca ana dilimizin söz varlığını aşılayıp millî ve kültürel değerlerimizin içine türkülerimizi özeyerek onları okurlara iletmenin ve sevdirmenin her yazarın en önemli vazifeleri arasında olması gerektiğini düşünüyorum.

M.KARADENİZ —Eyvallah hocam. Yazılarınızın arasına Anadolu irfanını da damlattığınızı ve okuyucuya fark ettirmeden içirdiğinizi gözlemliyorum. Sizce toplumumuzda irfanımızı yaşatmak için neler yapabiliriz? Sizi etkileyen bir Anadolu irfanı hikâyesi aktarabilir misiniz?

İ.YALÇINKAYA —Anadolu’da insanlar irfanı her an kendi içinde zaten yaşıyor. Anadolu insanı, köklerini kadim bilgelikten alan, kültürleri aşan bir karaktere sahip. Milletimizin hakkaniyet duygusu oldukça güçlüdür, her daim adalet ister. Adaletsizlik duygusu onu yaralar, bu yara kolay kolay kapanmaz. Hakkın tecelli etmesini ısrarla bekler. Bizim insanımız zaman zaman uysallıkla ve durağanlıkla eleştirilse de esasen çok sabırlıdır. Tıpkı köye gelecek olan maarif müfettişini bekleyen Alişir Ağa’nın sabrı gibi. Olay, Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Yeşilkent kasabasında geçer. Yeşilkent’te tek öğretmen vardır. Öğretmen, birleştirilmiş sınıf okutmaktadır. Alişir Ağa eğitime duyarlı bir vatandaştır. Okulların açılmasının üzerinden iki ay geçmesine rağmen öğretmenin çocuklarla yeterince ilgilenmediği iddiasıyla gizlice Sarız’a giderek kaymakamlığa bir dilekçe verir. Aylar geçer, gelen giden olmaz. Mayısın ortalarıdır. Alişir Ağa köyün girişinde çift sürmektedir. Karşıdan bir atlı gözükür (Maarif müfettişleri kırklı ellili yıllarda denetim için köylere atla giderlermiş.). Müfettiş,  Alişir Ağa’ya yaklaşıp selam verir. Hoş beş edip köyden, konaktan, tarladan takımdan laf edilir. Alişir Ağa, yolcunun müfettiş olduğunu bilmezlikten gelir. Müfettiş Bey sözü öğretmene getirir. Alişir Ağa zaten bu soruyu beklemektedir. Müfettiş, Alişir Ağa’ya “Öğretmeninizden memnun musunuz?” diye sorar. Alişir Ağa da müfettişe “Çok memnunuz Müfettiş Bey. Benim de okula giden üç çocuğum var. Çocuklarımız çöpe çubuğa gider, danaya kuzuya gider; öğretmenimiz ‘Niye gidiyorsunuz?’ demez. “Çocuklarımıza senenin başında defter alırız, hiç yazı yazdırmaz. O defter, çocuklarımıza iki üç sene yeter. Çocuklarımıza bir silgi alır, silgiyi iple boğazlarına asarız. Hiç sildirmez, seneye öbür kardeşleri de kullanır. Öğretmenimizden Allah razı olsun.” der. Müfettiş “Başka?..” dedikçe Alişir Ağa cevabını fazlasıyla verir. Alişir Ağa son olarak “Öğretmenimiz sabah akşam kahvede bizimle beraber oturur. Sanki bizim köyün bir evladı gibidir. Muhabbetine doyum olmaz Müfettiş Bey.” der. Bunun üzerine Müfettiş köye gidip öğretmenin ifadesini almadan oracıkta tutanak tutar ve Sarız’a döner. Birkaç gün sonra da o öğretmen görevden alınarak yerine başka bir öğretmen verilir.

M.KARADENİZ —Yurdum insanının olayı ifade ediş şekli gerçekten ilginç. Ayrıca öğretmenimiz işini mecburiyetten yapıyordu galiba. Hocam, sizi çok hislendiren ve unutamadığınız bir anınız var mı?

İ.YALÇINKAYA —Lise yıllarımda Türkçe öğretmenimiz, Şule Yüksel Şenler’in “Huzur Sokağı” adlı kitabını okuyup sınıfın huzurunda on dakika anlatmamız için hepimize ödev vermişti. “Huzur Sokağı” çok akıcı bir romandı. Yatılı okulun yatma ve kalkma saatleri belliydi. Kitabı, gece yorganı başıma çekip el feneriyle okuyordum. Kısa süre içerisinde bitirdim; yetmedi, bir daha okudum. Olay, İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde; kırık dökük, sararmış evlerin sıralandığı bir sokakta geçmekteydi. Kitap, modaya uygun yaşamı tercih eden bir genç kızın mütedeyyin bir kişiliğe sahip olan sevdiği bir genci kendi çizgisine getirme isteği üzerine kurgulanmıştı. Kitabın özetini on dakika yerine sınıfta altı ders saati anlattım. El yazımla özenle yazdığım sunumun özetini de öğretmen masasının üzerine koydum. Türkçe öğretmenimin yazıyı inceledikten sonra  “Sen ileride iyi bir yazar olacaksın. Bugünden itibaren yazmaya başlıyorsun.” diye taltif edip talimat vermesi okuma ve yazmada benim için büyük bir dönüm noktası olmuştur.

M.KARADENİZ —Böylece mesleğini seven bir öğretmen profilini de bu anınızla gözlemledik (Malum öğretmen olduğum için mesleğime ait güzel örneklerle gururlanıyorum.) Dünün hayali bugünün gerçeğidir misali çocuklukta Horasan harcı ile temel taşlarımızı yerleştirmişler. Kıymetli hocam, yerinde bir soru sormak istiyorum: Yazar olmak isteyen gençlere önerileriniz nelerdir?

İ.YALÇINKAYA —Yazılacak konu önceden planlanmalı. Yazan kişi kendisi yorularak ve deneyerek yazmalı. Okuyarak, araştırarak yani iki ölçüp bir biçerek yazmalı. Yazmak için zaman beklenilmemeli; her gün, her saat yazmak için tetikte olunmalı. Acelecilikten kaçınılmalı, sindirerek yazılmalı. Bazen bir cümle dahi yerine oturmazsa günlerce beklenilmeli. Hiçbir yazı yarım bırakılmamalı. Metotlu bir eleştiri düşüncesi, yazıya mutlaka kazandırılmalı. Çünkü metodik bir eleştiri; insan, fikir ve toplumda yenilenme sağlar. Bu yolla yazar kendi noksanını görebilmeli. Sözler sade, kısa ve açık olmalı. Yazarken konuşuyormuş gibi yazılmalı. Yazılanı her kesim anlayabilmeli. Yazının bütün esintileri yürek derinliğinden gelmeli. Gereksiz süslemeler, kuru izahlar okuyucuyu yazardan uzaklaştırır. Zapt edilmesi zor olan kavramlar, zaman ve mekâna göre itina ile tasnif edilmeli. Gençler, sözlük tutma ve sözlük okumaya; tek kelimelik mesajlar yerine meramlarını tam olarak karşılayan uzun yazılar yazmaya özen göstermeli. İyi yazar olmak, iyi okur olmakla başlar. Yazar, Türkçeyi en zengin hâliyle kullanabilmeli. Temel metinlerimiz mutlaka okunmalı. Bir söz vardır: “Otu çeker, köküne bakarlar.” Şahsiyet dünyamızı besleyen kültür tarihi eserleri okunmalı. Baba, anne, yakın akrabalar çokça dinlenilmeli; halkın içinde olunmalı.  Ayrıca  şiir okumak önemli.  Şair ruhlu kişiler, dili en iyi kullanan kişilerdir. Bulmaca gibi eğlenceli araçlarla kelime hazinesini artırıcı çalışmalar, ellerimizin raflarda tozlu kalan kelimelere gitmesini sağlar. Unutulmamalıdır ki on binlerce kelimenin içerisinde yaşayanlar; fikir adamlarının, ediplerin, hikmet adamlarının cümlelerinin deryasına açılanlar her zaman nitelikli yazılar yazabilirler.

M.KARADENİZ —Yazılarınız Türkiye Yazarlar Birliğinin internet sayfasında yayımlanıyor. Çok sayıda okurunuz ve okurlarınızdan gelen yorumlar var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Başka platformlarda da yazıyor musunuz?

İ.YALÇINKAYA —Türkiye Yazarlar Birliği platformunda yazı yazmak elbette bir onurdur. Türkiye Yazarlar Birliği sayfasında yazılarımın yayımlanmasını sağlayan, destek veren  Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı, değerli büyüğüm D. Mehmet Doğan Hoca’mın bu konuda   emeği çok büyük.  Rabb’im  onu katına aldı. Menzili mübarek, makamı âli olsun. Yazılarım, Türkiye’nin eğitim sitesi “Maarifin Sesi” nde de yayımlanıyor. Bu sitede de çok değerli yazarlarımız var. Ayrıca genel başkan başdanışmanı olduğum Uluslararası Basın Yayın Konfederasyonunun yayın organı “Simge Dergisi”nde yazılarım çıkıyor. “Kayseri Dijital Haber” ve  ”Enformasyon Türk Haber” de köşe yazısı yazıyorum. Yine Kültür ve Turizm Bakanlığının katkılarıyla Kayseri’de çıkarılan kültür, sanat ve edebiyat dergisi “Çıngı” da yazılarım yer alıyor. Daha birçok sosyal medya platformunda ve okul dergisinde de yazılarıma yer veriliyor. “Gündüzlü Talebeler”, “Mektup”, “Köy Otobüsleri” gibi yazılarımı öğretmenler yurdun dört bir köşesinde, okullarda materyal olarak kullanıyorlar. “Bir Azmin Hikâyesi”, kariyer rehberliği bakımından öğretmenlerin sınıfa taşıdığı önemli bir hikâye. “Soba”, “Çerçiler”, “Deşiriciler” de yine öyle. Bir okurumuz “Deşiriciler”le ilgili “O kadar etkileyiciydi ki deşirici olasım geldi.” diye gülümseten bir görüş yazısı yazmış. Bu arada “Törek” tiplemesi, geniş halk kitleleri tarafından çok ilgi gördü. Hatta okurlarımızdan birisinin “Törek’in yaşadığı yerleri görmek için Aslanbeyli köyünü ziyaret etmek istiyorum.” sözleri beni çok duygulandırmıştır. “Ayak Topu”, Türkiye Futbol Federasyonunun iki milyon civarında okuru bulunan aylık futbol dergisi olan “Tam Saha”da yayımlandı. Bu arada “Dam Başı” yazısı da çok beğeni topladı. Dam başında herkesin bir anısının olduğunu okur yorumlarından görüyorum. Bir okur, “Geçmişin gölgesinde bir dam başından Anadolu’yu seyrettim.” diye yazmış. Samimi yazılar, samimi okur kitlesi ortaya çıkarıyor. Görülen ve hissedilenleri en yalın hâliyle yazıya dökmek, yazarın ilacı olan okurlarla derin bağların kurulmasına vesile oluyor.

M.KARADENİZ —Yazarın samimiyeti de Yusuf Dikeç gibi sakin, kendinden emin adımlarla hedefindeki okurları buluyor (Olimpiyat sporcumuzu bir kez daha kutluyoruz.). Yazdıklarınızı kitap hâline getirmeyi düşünüyor musunuz?

 İ.YALÇINKAYA —Keşfedilmeyi bekleyen daha pek çok kültür tarihi hazinesi var. Bir süre daha yazdıktan sonra “Yitik Kültürün İzinde” adlı bir kitap çıkarmayı tasarlıyorum.

M.KARADENİZ —Kitabınızı okurlarınızla heyecanla bekleyeceğiz. Şu gök kubbede bir hoş seda bırakabilmek ve birilerine ilham kaynağı olabilmek… Bu güzide röportaj için çok teşekkür ediyorum kıymetli hocam. Saygılar sunuyorum.

İ.YALÇINKAYA —Saygı bizden Melek Hoca’m. Deşici sorularınızla, dinlenmekte olan düşüncelerimi yazıya dökme fırsatı verdiğiniz için ben  teşekkür ediyorum.

 

  Melek KARADENİZ

  Kültür Tarihçisi

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir