AKIL MI, NAKİL Mİ

AKIL MI, NAKİL Mİ

Öğrencilik yıllarımda felsefeyle ilgilenmeye başlamıştım. Yunan filozoflarından özellikle Epicurus’u okuduğumda çok şaşırmıştım; sözleri, âyet ve hadislere uygunluk sağlar gibiydi. Bu konudaki kafa karışıklığımı gidermek için Prof. Dr. Muhammed Tanci’ye bunun sebebini sordum. özet olarak ifade edersem şöyle demişti: Kur’an, insana hitap eder. Bunun içindir ki, insan zekâsının ve aklının sınırlarının dışına çıkmaz. İnsan, aklıyla, buradaki bilgilere ulaşabilir ama bölük pörçük… Yaratıcı, kullarına iyilik ederek, zaman zaman bu bilgileri insanlara bir elçi vasıtasıyla derli toplu vermiştir. Hocamın bu açıklaması aklıma yatmıştı. Sonraları, İslâm filozoflarını okumaya başladım. Filozof mu, peygamber mi? sorusunu soranlar ve bu arada Sokrates’ın peygamber olabileceğini ileri sürenler vardı. Bu da her kavme bir peygamber gönderilmiştir, kuralına uygundu. Bize Kur’an’da sadece Ortadoğudaki peygamberlerin adları bildirilmişti. Bize sunulan felsefenin Eski Yunan’dan başlamadığını, öncesinde Mısır olduğunu fark ettim. Daha sonra Sümer tabletlerinin çözülmesiyle iş daha da öncelere gidiyordu. Buralarda da Kutsal kitaplarda bize bildirilen Nuh tufanı ve benzer olaylar karşımıza çıkıyordu. Talat Sait Halman’ın derleyip yayımladığı Eski Uygarlıkların Şiiri kitabındaki metinlerde de Kutsal metinleri andıran bir derinlik ve benzerlik vardı. Kur’an-i Kerim, sürekli akla vurgu yapıyor, eski uygarlıklardan sözediyor, yeryüzünde dolaşarak, bunları gözlemlememizi ve düşünmemizi vurguluyor. Bizden önce nice uygarlıkların yokolduğunu söylüyor. Sürekli akıl sahiplerinin akletmesini, düşünmesini emrediyordu. Yıllar sonra Prof.Dr. Muhammed Tanci hocanın açıklamalarını tekrar hatırladım. İnsan, akılla gerçeği bulabilir miydi? Herman Hesse’nin Budha’yı anlatan Siderta eserini okuduğumda, Budha’nın akıl yürüterek ve tabiatı gözlemleyerek Nirvana’ya ulaştığını gördüm. Bugün milyonlarca insanın onun düşüncelerini benimseyerek, Budizm diye bir dinin ortaya çıktığını biliyoruz. Bu konuda Upanişatlar’ı hatırlayalım. Endülüslü İbn Tufeyl’in Hay bin Yekzan adlı romanını okuyunca anladım ki İbn Tufeyl de bir adada ceylan tarafından büyütülen Hay’ın, tabiatı gözlemleyerek ve aklı önceleyip düşünerek gerçeği keşfettiğini dile getiriyor. Bir bakıma bu, Hesse’nin Siderta’sının başka bir versiyonu gibidir. Yıllar sonra Daniel Defoe, Robinson Cruzuoe’yi yazar ve İbn Tufeyl’in devamı olur ve Batıda bir ada edebiyatının doğmasına öncülük eder. Bunların Hay bin Yekzan’dan en önemli farkı; Hay, henüz bebekken ve hiçbir insani deneyim ve bilgisi yokken adaya düşmüştür. Kendi deneyimleriyle mesala savunmak için sopa ve benzer şeyler icat etmiştır. Kendisini büyüten ceylan öldüğünde, onun bir ruhu olabileceğini düşünmüş ve araştırmaya koyulmuştur. Yıldızlara bakarak, bir yaratıcı olduğunu anlar. Diğerleri ise yetişkin ve deneyimli bireyler olarak adaya gitmiştir. Burada şaşırtıcı olan İbn Tufeyl’in romanının ilk ve tek olarak kalmasıdır. Batıda roman, hızlı bir ivme kazanırken İslâm dünyasında yer bulamaz ve Hay bin Yekzan ilk ve son olarak kalır. Çünkü tasavvufi eserler devreye girer. Denebilir ki, İbn Tufeyl’in Hay bin Yekzan’ı akıl ve düşünceyle Yaratıcı’ya ve gerçeğe ulaşırken, tasavvufi eserler Yaratıcı’dan tabiata yönelir. Sanırım, kırılma noktası buradadır. Anlaşılıyor ki doğu ile batı düşüncesinin ayrışması 12. yüzyılda tam da bu konuda olmuştur. İslâm dünyası, Batı karşısında yenilgiye uğrayınca, bizde Tanzimat dönemiyle iyice belirginleşen Batıya özenme bir türlü sonuç vermemiş, sürekli bir bocalama başlamıştır. A. Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle: Her ne kadar Batılılaşmaya özensek de içimizdeki Doğu her zaman yaşacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir