ARABESK, BİZİM NEYİMİZ OLUR
Prof.Dr. Durali Yılmaz
Yahya Kemal, “Şarkılarımız romanlarımızdır,” demiş. Gerçekten öyle midir? Bu görüşünü desteklemek için de “Itri” şiirini yazmış ve onun besteleri için şöyle demiş: “Büyük Itri’ye eskiler derler/Bizim öz musikimizin piri…. Yedi yüz yıl süren hikâyemizi/ Dinlemiş ihtiyar çınarlardan…” Burada bir bakıma tabiatı canlandıran Klasik Batı Müziğini hatırlatıyor. Bence bunda doğruluk payı var. Şarkılarımızı şöyle bir aklımızdan geçirelim. Karşımızı öyle şarkılar çıkar ki, bütün bir hayatı, acıları, umutları… birkaç mısrada anlatıverir. Bize oldukça geniş bir bakış açısı sunar.
Yahya Kemal, aristokrat diyebileceğimiz bir ortamda, buna ilaveten Batı kültüründe yetişmiştir. Bunun içinidir ki Türkülerimizle içli dışlı olmamıştır. Ona göre müzik, insanların ortak dilidir. “Eski plakta çalan Tanburî Cemil” onda yepyeni bir dünya açtığı gibi eski plâkta çalan bir Mozart da yepyeni bir dünya açabilir. Öğrencisi Tanpınar da böyle düşünür ve romanının adına “Mahur Beste” koyar. Çok ilginçtir öğrencisi Necip Fazıl da şarkılardan ve Klasik Batı müziğinden hoşlanır. Nitekim okuduğu Kaldırımlar şiirinin arka planında klasik Batı müziği vardır. Daha sonra bunu yerine ney sesi koymuştur ki bu da klasik Türk müziğinin bir enstrümanıdır. Ne var ki Necip Fazıl, Yahya Kemal ve Tanpınar’dan farklı olarak, ilaveten hapishane hayatı yaşamış ve burada Türküleri tanımıştır. Mesela şu türkünün sözlerine hayranlık duyarcasına tekrarladığını biliyorum: “Çıkar çıkar parmaklıktan bakarım/ Konya seni ataşlara yakarım…” Yahya Kemal’in bir diğer öğrencisi Nazım Hikmet, hapislik hayatı daha uzun sürdüğünden olmalı ki, şöyle der: “Hiçbir şey gideremez iç sıkıntımı memleketimin şarkıları ve tütünü kadar…” Memleketimden İnsan Manzaraları şairinin burada şarkıları genel anlamda kullandığı açıktır. Bence Necip Fazıl ve Nazım Hikmet, yetiştikleri çevreler nedeniyle Türkülere biraz yüzeysel bakmışlardır. Nitekim Bedri Rahmi de: “Ne zaman bir halk türküsü duysam şairliğimden utanırım,” ifadesiyle bu yüzeysel bakışı özetlemiştir.
Ben diyorum ki: “Türkülerimiz romanlarımızdır…” Bizler, Anadolu çocukları, türkülerle büyüdük; türkülerle ağladık, türkülerle güldük. Bizim hamurumuz bunlarla yoğruldu. Her ne kadar Yahya Kemal şöyle diyorsa da: “Çok insan anlamaz eski musikimizden/ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden…”Klasik Türk ve Batı müziği, itiraf etmeliyim ki bizi ta yüreğimizden vurmuyor.
Harp Akademilerindeki derslerimden birinde demiştim ki: Milletlerin sınırlarını, folkloru çizer. Hâla Yemen Türküsü, Bağdat Türküsü ve benzerleri yüreğimizi sızlatıyorsa bu, gönül coğrafyamızın bizde yaşadığının ispatıdır. Fransız folklorunda Cezayir ağıdı olmadığı gibi, İngiliz folklorunda da Hindistan ağıdı yoktur. Bize gelince: Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i diye içimiz yanarken, Türk’ün kolları bağlandı İzmir’i ondan aldılar derken de içimiz yanar. Budapeşte’yi de İzmir kadar kendinden sayan bir anlayış… Daha sonra “Sınırlarımızı Türkülerimiz Çizer” konusunda bir yazı yayımladım. Bu öylesine benimsendi ki “Gönül Coğrafyamız” tabiri yaygınlaştı.
1970li yıllarda, klasik müzik ve türküler, yeni kuşaklara hitap edemez oldu ve yeni arayışlar başladı. Adları farklı farklıydı: Hafif Türk müziği, çok sesli müzik, özgün müzik ve benzerleri. Çok sesli müzik pek de yaygınlık kazanmadı ama hafif müzik, Anadolu rockı, özgün müzik gibi çalışmalar, şarkı ve türkülere yeni bir ses ve besteyle hayat verdi ve yaygınlaştı. Bu arada arabesk müzik öne çıktı; neredeyse her yaştan insan ona tutundu. Özellikle köyle şehir arasında sıkışmış, kendi yalnızlığında kendi dertleriyle baş başa kalmış halk yığınları, arabesk müzikle avunmaya başladı. Bana öyle geliyor ki, şimdi yetişen internet kuşakları, başka bir arayışa girecek. Bunun nedeni ise sosyal medyanın, arabesk müzikte kendi yalnızlığını ve çaresizliğini yaşayarak teselli arayanların iç dünyalarını ve yalnızlıklarını darmadağın etmesidir.