OSMANLI’DA VE AMERİKA’DA TARİKATLAR SÜRGÜNDEKİ ŞEYH, UZAYDAKİ KAPI

OSMANLI’DA VE AMERİKA’DA TARİKATLAR

SÜRGÜNDEKİ ŞEYH, UZAYDAKİ KAPI

 

  1. yüzyıl sonları… Osmanlı Sultanı 2. Ahmet, Avusturya seferine hazırlanmaktadır. Viyana bozgunundan sonra günler, sıkıntılarla gelmektedir. Sıkıntılı günlerin geçmesi için Bursa’daki dergâhında insanlara umut ve sevgi dağıtmaya çalışan Niyazi-i Mısri, orduya katılmak üzere 300 silahlı müridiyle Edirne’ye gelir. Onun Selimiye’de bir vaaz vereceğini duyan halk, akın akın camiye koşar. Niyazi-i Mısri, cifir hesabıyla gelecekten haber vermektedir. Vezirler, onun konuşmasını engellemesi için Sultan’a yalvarırlar. Sultan haber gönderir ki, kendisinin sadece duası gereklidir. Bu nedenle hemen adamlarını alıp Bursa’ya dönmelidir. Ne var ki o, hem konuşmak hem de orduya katılmak istemektedir. Ve ferman çıkar: Derme çatma kılıçlarından başka silahları olmayan müritler dağıtılır; Niyazi-i Mısri de Limni adasına sürgün edilir. Sürgünde Hakk’a yürür. Mezarı, şimdi Limni’dedir.

20 Yüzyıl sonları… ABD’de biri çıkar; gelecekten haber verdiğini söyler; insanları, bu sıradan hayatı bırakarak “Cennetin Kapısı”ndan daha üst bir hayata geçmeye çağırır. Kısa sürede çevresine bir çok insan toplanır ve giderek büyüyen bir tarikat doğar. Şeyh Applewite ve 38 müridi, bir sabah Kaliforniya’da ölü bulunurlar. Üzerlerinde spor elbiseleri, ayaklarında spor ayakkabıları vardır. “Cennetin Kapısı”ından geçerek, uzaya yolculuğa çıkmak için böyle giyinmişlerdir. Amerikan yönetimi, durumu böyle açıklar ve olayı toplu intihar olarak dünyaya duyurur. Mezarları, uzayda değil, bu dünyadadır. “Cennetin Kapısı” bir tarikat adı olarak, literatürde yerini alır.

Yakından tanıdığım bir Ali İhsan Hoca vardı. Bir gün Muhiddin-i Arabi’nin Risalet’ün-Nuniye fi Tarih-i Osmaniye adlı eserine rastlamış. Bu, yazarın bizzat kendi eliyle yazdığı nüshaymış. Bu eserde Muhiddin-i Arabi, Osmanlı Devletinin kuruluşundan önce onun tarihini yazmış. Ali İhsan Hocanın bu eserle uğraştığı günlerde, TBMM’de Cumhurbaşkanlığı seçimi için oylamalar yapılıyordu. Adaylardan biri, seçilecek gibi oluyor ama hemen ardından yapılan turda, onun oyu en aza iniyordu. Yeni yeni adaylar çıkıyor ama sonuç değişmiyordu. Herkesin merakla bu oylamayı izlediği ve ülkenin gündeminin tek bu konu olduğu günlerde Ali İhsan Hoca gülüyordu. Çünkü bu Meclisin, Cumhurbaşkanı seçemeyeceğini, Muhiddin-i Arabi’nin kitabındaki işaretlerden çıkarmıştı. Muhiddin-i Arabi, her nedense, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Osmanlı’nın devamı gibi görerek, onun da tarihini yazmış… Ali İhsan Hoca, haklı çıktı; o Meclis, Cumhurbaşkanını seçemedi ve sonunda askeri darbe oldu ve TBMM kapatıldı; parti liderleri, bir adada gözaltına alındılar. Bir gün Ali İhsan Hocaya, kitapçıda rastladım. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Tanımakta zorlandım. Baktım, durmadan bir şeyler anlatıyordu. Fakat söylediklerinin tek kelimesi bile anlaşılmıyordu. Oradakiler, onu dinler gibi davranıyorlardı. Biraz konuştuktan sonra çıkıp gitti. “Hep böyledir; konuşur konuşur gider. Kafayı iyice oynattı…” dediler. Sonraları Ali İhsan Hocanın bu dünyadan göçtüğünü öğrendim. Mezarı, bir Anadolu kasabasındaymış…

Geçenlerde Niyazi-i Mısri’nin Hatıralar’ını gördüm. Kitabı, hemen elime alıp karıştırmaya koyuldum. Eseri hazırlayan, bunun tek nüsha ve müellif hattı olduğunu belirtiyor. Tek yazma olduğuna göre, bunu, yazandan başka kimsenin okumadığı tahmin edilebilir. Daha doğrusu, bunu Niyazi-i Mısri sadece kendisi için yazmış olmalı. Merakla okumaya başladım. Evet, Niyazi-i Mısri, bu hatıraları kendisi için yazmış; özensiz üslubundan ve hiçbir yerinde tashih olmamasından bu anlaşılıyor. Okudukça dehşete düşüyordum. Bir yerde Padişah’a en ağır küfürler savruluyor; o kadar ki, onun dinine, imanına, mezhebine bile küfrediliyordu. İş bu kadarla da kalmıyor, Allah’a isyanda da çok ileri gidiliyordu. İşte birkaç cümle:

“Ey yalancı Tanrı, beni Deccal elinde azapta koyan zâlim Tanrı, ben şimdiye kadar Deccal’a kul olsaydım, bu azapların birini görmezdim. Bana eşek diyenler, gerçek demişler ki, sencileyin uğursuza kul olmuşum…” Daha da ileri gidilip deniliyor ki: “Sen yoksun, kime şikâyet edeyim… Yoğa ne dersem abestir, boştur…”

Tasavvuf şiirinin son büyük şairinden bunları okumak, beni dehşete düşürdü. Bu kadar güzel şiirler yazabilen bir kimse, kelimeleri seçmekte bile zorlanır gibiydi. Burada aksayan bir şey vardı. O anda bir sözünü hatırladım: “Halkın içinde Hakk’ı bulmak kolaydır ama halkı kaybedersen, Hakk’ı bulmak zordur.” Yoksa halkı kaybedince bir bunalıma düştün de, kendi söylediğin gerçeği mi yaşıyordun? Satırları öyle hızlı okuyordum ki, sanki birkaç sayfa sonra daha şaşırtıcı ifadelerle karşılaşma heyecanı, belki de korkusu içindeydim. Kitabın sonuna doğru şu ifadelerle karşılaştım:

“Bir gece uyandım, cesedim kurumuş ve ölmüşüm. Ve yine kendimi anlarım ve her şeyin farkındayım. Baktım, evin dört duvarı açılmış, sahra olmuş. Ruhum, bir kuşatıcı nur imiş. Benden ayrılmış, her taraftan çekilip göklere doğru giderken geri döndü geldi, beni kuşattı, içinde kaldım. Bir daha uyandım, gözümü açtım; cümle ceset ve âzamı yine hareket eder gördüm. Elimi, ayağımı, başımı oynatabiliyordum. Ne olaydı o zaman ruhum, geri dönmemiş olaydı… O kadar rahatta imişim ki, anlatılamazdı…. Bir kere de bir top dokundu, beni zerreler etti; her zerremi dünyaya dağıttı ve yine kendimi anlar imişim ve olan bitenin farkındaymışım, bana bundan bir elem gelmez imiş. Durmayıp dağılıp giderken zerreler geri döndüler. Hepsi bir yere toplanınca kendimi, yine elini, ayağını, başını hareket ettirebilen Mısri buldum….”

Ardından da ölüme ve tabii ki canına kastetmek isteyen herkese meydan okuyor:

“Siz, canımı, cesedimden ayırmadınız; eğer ayıraydınız, nur mu olurum, yoksa zerreler mi? Geri dönüp dirilir miyim, yoksa ölür gider miyim? Göreydiniz…”

Ey büyük mutasavvıf, ey büyük şair Niyazi-i Mısri!.. Bütün bunları yazan gerçekten sen misin? Biliyorum ki bunları kendin için yazmıştın ama işte yazdıkların herkese açıldı. Bu yazdıklarını yanından ayırmaman, zaman zaman onları okuyarak, kendince bir teselli aradığından mıydı? Şiirlerini uzun uzun düşünerek ve kelimeleri özenle seçerek oluşturduğun belli… Fakat bu hatıralar, çok sıradan… Kim bilir belki bana öyle geliyordur. Belki de bütün çevrendekileri kaybetmenin verdiği üzüntü ve sıkıntıdan dolayı kelimeleri böyle evirip çeviriyorsun…

Hayatını inceledim. Mısır’da mutlu olduğunu biliyorum. İlimle sarmaş dolaş, Kahire sokaklarında yürürken, doğup büyüdüğün Anadolu’yu unutmuş gibiydin. Belki zihninde Türkçe kelimeler de uçuşmuyordu. Ne var ki, yüzyıllar öncesinden Abdülkadir Geylani çıkageldi ve bir gece rüyana girdi. Sana, Anadolu’ya gitmeni söyledi. Uyandığında şaşırıp kalmıştın: Abdülkadir Geylani, seninle Türkçe konuşmuştu. Çok iyi biliyordun ki, Abdülkadir Geylani hiç Türkçe bilmezdi. Birden yatağından doğruldun. O anda iki mısra düştü diline:

 

“Her ne söz kim söylenir Türki ya Arap

Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden hitap”

 

Türkçe bir yanda durdu, diğer diller bir yanda; Anadolu bir yanda durdu, Mısır ve bütün ülkeler bir yanda… Kalktın, yürüdün, düşündün, oda karanlığına baktın; şafak aydınlığını beklemek istedin, yatağına oturdun, başını ellerinin arasına aldın. Kelimeler, kelimeler… Hep Türkçe kelimeler…

Emir, büyük kapıdandı; dostlarının yalvarmalarına kulak asmadın, sana sunulan makamlara aldırmadın. Çevrendekilerle vedalaşıp yollara düştün, dönüp ardına bile bakmadın. Kafanda Türkçenin en güzel şiirleri harman oluyordu. Hangisini kelimelere dökeceğine karar veremiyordun. Ne zamanın farkındaydın, ne mekânın. Derken, Mısır’dan kalkan gemi, Anadolu kıyılarına yaklaştı. Doğup büyüdüğün Malatya’yı ve daha nice Anadolu kentini görür gibiydin.

O zaman kafanda harman olan Türkçe şiirler, dilinden dökülmeye başladı:

 

“Dost illerinin menzili çok âli göründü

Derd-i dile derman olan Anadolu göründü

Mecnun gibi sahraları ağlayı gezerken

Leyla dağının lalesinin alı göründü

Kâl ehlinin akvâlini terk eyle Niyazi

Şimdengerü hâl ehlinin ahvâli göründü”

 

Anadolu’ya ayak basar basmaz, söz ehlini değil, hâl ehlini, Türkçenin en güzel kelimesiyle söylersek: “Gönül ehli”ni aradın. Söz ehlinin “kil ü kal”i, çok uzaklarda kalmıştı. Sanki Anadolu, gözündeki perdeleri bir bir düşürmekte, gönüller kapısını açmakta ve sana sırlar dünyasının kapılarını aralamakta… Derken Ümmi Sinan’la karşılaştın. Kelimeler mısra mısra dizildi:

 

“Mecnunum Leyla derdindeyken

Aklı neylerim divâne geldim

Derd-i cânânın açtı yareler

Bağrım üstünde dermane geldim

 

Ümmi Sinan hak-i payine sürmeye

Yüzüm sultane geldim

Yaremi bilirdim yârimden imiş

Bunda Niyazi Lokman’e geldim”

 

Şiirler, hep şiirler… Her şeyini mısralara sığdırmaya çalışıyordun. Şimdi, bu topraklarda çok sevdiğin Yunus Emre’nin adımlarınca yürüyordun. Onun deyimiyle “Sen, sende değildin…” Yüzyıllardır bütün insanlığın dertlerini dinlemiş ve dillendirmiş; bütün sırları gönlünde toplamış olan Anadolu, bir insanlık kitabı olup açılmıştı önüne. Hangi sayfasını açsan bir Yunus Emre, bir Sinan-ı Ümmi ve daha nice kâl ehlinin sözden hâle yürüdüğünü; insanlığı, tek bir gönül gibi okuduğunu görüyordun.

İnsanlığın gönlünde gördüklerini, kelimelere dökmeye başladın. Çevrende toplananlarsa, senin şiirlerinden heyecanlanarak, insanlığı Anadolu nefesiyle kurtarma sevdasına düştüler. Bu, işin görünen yüzü, dünyayı bir nimetler ambarı gibi görenleri korkuttu. Onlar, geleceği değil, günü düşünüyorlardı çünkü yaşanan an, avuçlarındaydı. Yarın ise belirsizdi; onu ellerinde tutamayabilirlerdi.

Sonunda olanlar oldu, çevrendekileri dağıttılar ve seni Limni Adası’na sürdüler. Burada kendinle baş başa kaldın; içinin yalnızlığını, Anadolu ufuklarına bakarak kâğıtlara dökmek istedin. Şimdi biz, bu kargacık burgacık yazılara ve aralarına serpiştirdiğin rakamlara bakarak, seni anlamaya çalışıyoruz.

Şunu çok iyi biliyorum ki, ABD’de ölenler, Cennetin Kapısını göremediler ve uzaya uzanamadılar. Ali İhsan Hoca, Muhiddin-i Arabi’nin kitabında boğulup kaldı. Seninse canını, cesedinden ayıramadılar; nur mu olduğunu, zerreler mi olduğunu göremediler. Ama sen, ne ruhunu topladın, ne zerrelerini… Şimdi, hem nursun, hem zerreler… Tıpkı bize bıraktığın o yazılarda anlattığın gibi, ruhunun nuruyla kâinatı aydınlatıyorsun; dünyaya dağılan zerrelerinle, o çok sevdiğin Anadolu’yu kucaklıyorsun. Varsın mezarın Limni’de olsun… İstedin ki, esrar perdelerini bir daha kimse aralamasın. Bunun içindir ki, perdeleri bir bir indirmeyi ihmal etmedin.

Ama niye Mısri’sin sen? Mısır, çok gerilerde kalmamış mıydı? Orada, o dedi, şu dedi, bu dedilerle çoğalıp duran kâl ehlinin ilminden başka ne vardı ki? Senin okuduğun, gönülden gönüle çoğalan hâl ehlinin insanlık kitabı Anadolu değil mi? Sana bu “Mısri” lakabını kim taktı? Sırf bir süre Mısır’da öğrenim gördüğün için mi bu lakabı benimseyiverdin? Sen, Mısri değilsin; Anadolu’sun sen…

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir