BEDENİNİ RUHUNUN MEZARI YAPAN BİR TOPLUM…!
Dünden bugüne, İslam, din ve şeriat /( yasa / hukuk) gibi kavramlara, aynı anlam verenler olduğu gibi ayrı anlam yükleyenler de bulunmaktadır. Bu durum Müslümanlar arasında temelde ayrışmanın odak noktasını oluşturduğu sanılmaktadır. Oysa her bir kavramın kesiştiği noktalar olduğu gibi ayrıldığı noktalar da bulunmaktadır. Bu durum, tıpkı matematikteki kümeler konusundaki, kesişen ve ayrışan noktalar probleminin anlaşılması kadar önemli bir akıl çapını gerekli kılmaktadır.
Bu bağlamda nasları miyop veya hipermetrop okuyanlar, ne yazık ki dün olduğu gibi bugün de bulunmaktadır. Daha da ileri gidilerek nasların kati alanında değilse de nasların zanni alanında kendisinin akıl çapının mutlak doğru olduğunu, Allah ve Peygamber adına hüküm kurmak, Allah ve Peygamber adına konuşmak, adeta Mekke müşriklerinin tutulduğu hastalığa tutulmuş gibidirler.
Öyle ki bazı bilginlerin, nassın zanni alanında, naslardan anladıklarını Allah ve Peygamberin emri gibi İslam’ı yorumlayıp anlatmaları, hata etme ihtimalini hiç dikkate almamaları, âdeta akıl çaplarını kutsamaları ve kutsallaştırmalarına yol açmış olduğu görülmektedir. Keza bu bilginler, şartlandırılma ve koşullandırılma ile imgelenmiş olan beyinlerini devre dışı bırakmaları, başkalarının kafasıyla gezmeleri, bu tür insanların adeta beyinlerine virüs bulaştırmış olduğunu da görmekteyiz.
Günümüzde bu problemin çözümü, bu tür insanların sürümlerinin yükseltilmesinden geçtiği, sağlıklı bir metodolojinin benimsenmesi yanında denetlenebilir uzman bir üst kurulun varlığına hararetle ihtiyaç bulunmakta olduğu anlaşılmaktadır. Ben bu ayetten böyle anlıyorum fakat en doğrusunu Allah ve Resulü bilir diyen büyüklerimizin edebini, ne yazık ki bugün hiç göremiyoruz. Desene ciddi bir metodoloji sorunumuz bulunmaktadır. Alanında uzman olmadığı halde kendini mutlak müçtehit zannediyor ve ağzı olan da her alanda konuşuyor. Bir de din alanında pratisyen hekim gibi her branşta konuşanları görünce karamsar olmamak elde değildir.
Bu kavramları eşanlamlı yani müteradif görenler olduğu gibi farklı kavram görenlerin sayısı da az değildir. Bu kavramlara yüklenilen anlam farklılığı Müslümanlar arasında ayrılış noktasını ortaya çıkarmaktadır. Bir de zamanla kavramlarda anlam daralması veya anlam genişlemesi olunca iş daha farklı boyutlar kazanmaktadır. Sonuçta bilginler arasında, kavramlar dövüşü ve kavramlar savaşı maddi savaştan daha büyük yaralar açmıştır. Bugün hâlâ bu kavramlar dövüşü ve kavramlar savaşı sürmektedir.
Tarihte bu kavramlar için hazırlanan lügat cephanesiyle milletlere bu kavramlarla zorunlu istikamet tayin ettirmişlerdir. İzlenilen sinsi sosyal politikalarla, adeta tren rayındaki makas değişimi gibi milletlerin istikametini iftiraka yol açacak kendi düşünceleri doğrultusunda değiştirmişlerdir. Sonuçta bu cephanelerle yani lügatlerle bir milletin yolunu ve yöntemini değiştirmiş oldukları anlaşılmaktadır. Bu lügatler ve edebiyatla kavram kargaşasına ve kavram dövüşüne imkân hazırlamışlardır. Her alanda kendini mutlak müçtehit zanneden Müslümanlar da bu kavramlar savaşının askeri durumuna ya bilerek ya da farkında olmadan düşmüşlerdir.
Farklı cephanelerden farklı silahlar aracılığı ile kavramlara yükledikleri anlamlarla gelecek nesillerin savaşına zemin hazırlamışlardır. Bu lügatteki kavramlarla koşullandırılan beyinler ve şartlandırılan zihinler farklı lügatlerin cephaneleriyle kavramlar savaşı son hızla devam etmektedir. Bu kavram savaşları maddi savaşlardan daha büyük ayrılıklara zemin hazırlamıştır.
Oysa din yağmur gibidir. Bir rahmettir. Şeriat ise toprak gibidir. Yağmur yağar her toprak kendi özelliğine göre ürün verir. Yağmur sabitken; toprak ve ürün değişkendir. Değişken ve yerel yasalara şeriat (yasa) denilmektedir. Zira sosyal hayat değiştiğinden sosyal yasalar da sürekli değişecektir. Bu sosyal gerçeklik bir ilahi yasadır. Aksi takdirde toplumsal terakki ve tekâmül yolunda engel olacak beyinler bu yasayı inkar ile gerçeği örteceklerdir.
Allah’ın yeryüzünde tek dini vardır o da İslam dinidir. Şeriat ise Yahudilikten, Hristiyanlığa ve Müslümanlığa kadar sürekli değişmiştir. Hatta Kur’an’daki nesih diye ifade edilen kavramla, yanlış bir yola sapıldığı ayrı bir fecaattir. Belki bugün gür seslerle bir anlayış geleneği nesih hakkında oluşmuş olsa da toplumların sosyo-kültürel yapıları değiştiği ölçüde şeri yasaların değiştiğini nasların tedriciliğinde de görmekteyiz.
Her ne kadar bunlar, klasik eserlerde nesih olarak ifade edilse de bu anlayış adeta bindiği dalı kesen ve sonra da düşen insanın durumuna benzemektedir. Oysa şeriat, her toplumun sosyal ve kültürel değişimine göre değişen ve tekâmüle ulaşan pratik yasalar anlamına gelmektedir. Yasalar da insanlar gibi ölürler, fakat ruhları ebedidirler. Ölen lafzi yasaları mumyalamak, toplumun terakkisine mani olabilir. Sonuçta topluma değer katmayan bu lafzi yasalar, zamanla yozlaşırlar. Aramızdan dargın bir şekilde ayrılıp giderler. Lafzı kalsa da pratikte esir düşerler. Âdeta toplumun geleceğine hıyanetlik etmişlerdir.
Din adeta ruh gibidir, ölümsüzdür. Desene insan ölse de ruhu ölmediği gibi şeriat yasasının lafzı ölse de ruhu ölmeyecektir. Öyle ki şeriatın ruhu, insanın ruhu gibi baki kalsa da insan bedeni öldüğü ve yeni insan doğduğu gibi sosyal ve iktisadi şartlar değişince şeriatın bedeni yani lafzı da insan bedeni gibi ölür, fakat insan gibi yeni bir ruhla yeniden doğması bir fıtrat kanunudur. Sonuçta insan ve yasa ölse de ruhları bakidir. Yeni insan ve yasa doğar ve belli süre yaşar ve ölürler, böylece her şey aktığı gibi sürekli tekamüle koşulmaktadır. Bu tekamül, bir fıtrat kanunu ve bir fıtrat yasasıdır.
Özel olarak Peygamberimize gönderilen vahiy insanlığın genel anayasal ilkelerini oluşturur. İnsanlara verilen akıl vahyi, sürekli yenilenir. İnsan ölür, doğanlarla akıl vahyi sürekli yenilenir. Vahiyle aklı vuruşturan, akılcılar ve nakilciler gibi beyinlerine virüs bulaşmış insanlar, dün olduğu gibi bugün de oldukça yaygındır. Aklı olmayanın dini de yoktur. Aklı küçümseyen veya nakli görmezden gelenler, akıl çapı dar ve bakışı bulanık insanlar, dar ve dik açı problemlerini çözse de geniş açı problemlerini, dar ve dik açı gibi çözmeye çalışsalar da kurallar ve yasalar değiştiğinden, hep hata yaparlar.
Keza bunlar, gelişen matematikten, istatistik ve geometriye geçişi kavrayamamış, doğan yeni şartları ve dalga boylarını dikkate almayan, bilime saygısı olmayan insanlar gibidirler. Bu insan tipleri, tarihten günümüze terakkiye hep mani olmuşlar, şeytanın askerliğini de yapmışlardır. Binlerce düşünen insanları kıt akıllarıyla öldürmüşler, terakkiye mani olmuşlardır. Sosyal gerçekliğe kafir olmuşlardır. Ancak tarih bu insanların düşünce ve bilime attıkları imzalarla, insanlık, bunların yaktığı ışıklarla hayatta yeniden yol almış olunduğunu bize göstermektedir.
İşte tarihte Ebu Hanife, İbn Rüşd, Farabi, İbn Tufeyl, Sokrates, Eflatun, Aristo, Galile gibi binlerce bilginin çektikleri ibret tabloları ortadadır. Kur’an’da onlar bir ışık görseler çullanıp söndürürler, babalarımızı ve atalarımızı biz bu yolda gördük derler gibi ayetlerin kendilerine yönelik olduğunu da hiç düşünmezler.
Oysa kavramlar ve yasalar ölür fakat ruhları da bakidir. Öyle ki bugün amaca yönelmiş kavramsal araçlarla kuşatılmış ve kutsanmış bir zihinlerin iflasını görmekteyiz. Bu insanlar kendilerini kandırdıkları gibi müntesiplerini de bir bataklıktan diğerine sürükleyip durmaktadırlar. Önce ilkelerimizi belirleyip onlara iman etmemiz gerekmektedir. Kurtuluşun yolu da buradan geçmektedir. Yoksa bir gün gelir dövülecek dizimiz de kalmayacaktır.
Ne yazıktır ki bugün de bu kavram dövüşü, halen sürmektedir. Bu kavramlar dövüşü, Müslüman toplumlarda maddi savaştan daha büyük yaralar açmıştır. Bu konu adeta ihtilaf konusu olmaktan çıkmış, iftirak konusu haline dönüşmüştür. Yazılan lügatlerle bu sinsi sosyal siyasetle hedefledikleri iftirakı sağlayacak tefrikaya ulaşmış gözükmektedirler. Müslüman birey ve toplumların bu hale düşmelerinin sebepleri araştırıldığında en önemli savaşın kavramlar savaşıyla lügatler üzerinde yapıldığını görmekteyiz. Tekfir dahil başka düşman aramamıza gerek kalmayacak kadar derin yaralar açmışlardır. Bu sinsi sosyal politika oyununa maalesef aklını kullanmayan taklitçi masum Müslümanlar da padişahım çok yaşa naralarıyla tempo tutmuşlardır.
Oysa dinlerin kökenini oluşturan iki ana unsur bulunmaktadır. İnanç ve inancın gereği olan ibadetler. Kur’ân hukuki düzenlemelerden ziyade insanların inanç yönüne önem vererek nazil olmaya başlamıştır. Evvela insanları bir olan Allah’a inanmaya çağırmıştır. İmandan sonrada yaratıcı ile bağlantı noktası olan ibadetler bahsine geçilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin genel muhtevası tevhit akidesi üzerine kurulmuş bir sistemdir. Tevhid, imanın en büyük şartı olup insanlığın yaratıldığı ilk dönemden bu yana süre gelmiş ve bütün insanlığı kaplamış evrensel bir akidedir. Vahyin indiriliş sürecindeki hitap özelliklerinden olan, “Ey insanlar’’ hitabında tevhidin tüm insanlığı ilgilendirdiğinin ve evrensel bir kaide olduğunun bir göstergesidir.
Din, en yalın biçimi ile tanrıya inanmak ve ona ibadet etmek olduğuna göre dinin bir inanç bir de ibadet ve muamelat sistemi içermesi gerekir. İşte bundandır ki yalın şekilde bir inanç sisteminin varlığından söz edilemediği için güçlendirme ve yaratıcı ile yakinen bağlar kurmak adına konulmuş bedensel formlara da ibadet denmiştir.
Yani ibadetler inancın ete kemiğe bürünmüş şekilleridir. İbadet, mükellefin yaratanına karşı saygı içerisinde boyun eğerek, O’nun istediklerini yapması demektir. Zahiri olarak ibadetler şekil açısından çok basit kabul edilse de tanrının tasarımı oldukları için onların gücü ve gizemi dünyanın ötelerine uzanan aşkın değerlerdir.
Her farklı ibadet, kul ile Allah arasında farklı bağların kurulmasını sağlamaktadır. Kur’ân, imani meselelerden sonra belirli bir olgunluğa erişen topluma yasal düzenlemeler getirmeye başlamıştır. Bu bağlamda Kur’ân’daki iktisadi ve sosyal düzenlemelerin temel ilkelerini veren ayetlerin sayısı azdır.
Bu ayetler ise toplumda yürürlüğü devam eden ilkelerin düzenlenmiş hâli ya da aynen devam ettirilmiş şeklidir. Fertlerin toplum içerisinde hukuki himayesini tanzim eden Şâri, dönemin örf ve yaşayış şekillerini dikkate almıştır. Geçmiş toplumların ilkeleri ile cahiliye örf ve adetlerinin yansımaları vahiyle birlikte hukuki özellik kazanmıştır. Yani birdenbire var olan gidişatı kaldırıp muhataplarını bambaşka hükümlerle karşı karşıya bırakmamıştır.
İslam’a aykırı olmadığı sürece eski dinlere ait hükümler ve o dönem örf ve adetleri devam ettirilmiştir. Kur’ân-ı Kerimdeki hukuki normlar, toplumları oluşturan her bir bireyin gerek toplum içerisinde gerekse fertler arasında ki yaşayış biçimlerini düzenlemiştir. Bu düzenlemeler toplum içerisinde devam eden bir durumun düzeltilmesi olduğu gibi yeni ortaya konulmuş bir durum olması da söz konusudur.
Sonuçta din, insanlığın var edilmesinden itibaren Şâri’nin tevhit akidesi üzerine kurduğu bütün insanları kapsayan vahye dayalı evrensel kanunlar manzumesidir. Şeriat ise insanın toplum içerisinde huzurlu bir hayat sürebilmesi için yaşadığı dönemde oluşturulan ve her an değişime açık kanunlar manzumesidir. Bu bağlamda Kur’ân ve sünnetin ya da yapılan içtihatların din alanına mı yoksa şeriat alanına mı girdiğinin tespit edilmesi önem arz eder.
Bu bağlamda bir akıl ürünü olan içtihatlar ise çağlar öncesinde Kur’ân ve sünnetten çıkarılan hükümlerdir. Günümüzde din alanı ya da şeriat alanında yapılmış olan içtihatlar din gibi telakki edilmektedir. Bu da dinin toplum içerisinde yaşanır ve mutluluk kaynağı olmasından ziyade külfet haline dönüşmesine sebep teşkil etmektedir.
İçtihatları dinin değişmez sabiteleri kabul etmek şeriat alanını skolastik bir düşünce sistemine dönüştürmektir. Toplumsal ilerlemeler her daim yeniliklere açık olmak zorunda iken; içtihatlara bağlanıp kalmak din algısını ve dinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Kaldı ki insanların dinden uzak durmalarına ya da şeriatın her daim insan maslahatına aykırı olduğunu düşündürecek kadar keskin olmasına neden olmaktadır. Oysa Şâri her daim kulunun menfaatini gözetmektedir.
Sonuç olarak din ile şeriat farklı bağlamda iki alandır. Bu iki kavram arasındaki farkın iyi anlaşılması gerekmektedir. Müslüman toplumların çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmasının temelinde bu kavramların iyi anlaşılmasında yattığından, sosyal hukuk denemeleri adını verdiğim seri halinde on kitabımız yayınlanmıştır. Zira İslâm’ın, sosyal ve iktisadi hayatın değişimine uygun olarak sosyal ve iktisadi hayatının hukuki özel hükümlerinin güncellenmesi arzulanan bir durumdur. Din, sabit alan olduğundan bu alanda güncellenme düşünülemez.
Bu alan, kul ile Allah arasındaki ilişkileri tanzim eder. Bu alana klasik ifadeyle taabbudi / tevkifi alan denilir. Ancak hukuki alanda güncellenme zorunludur. Zira mükellef ve şartları sürekli değişmektedir. Bu değişime, bilim teknik ve teknolojik alanında gelişmeler yanında mali, iktisadi ve iş hukuku alanında sürekli gelişmeler neden olmaktadır. Sosyal hayatın her alanında ortaya çıkan yeniliklere bir çözüm üretilmesi zorunludur. Bu problemlere çözüm üretilmediği takdirde klasik hukuki değerler yürürlüğünü kaybederler.
Sonuçta bu terakki, sosyal hukuk alanında tecdid ve değişimi zaruri kılar. Aksi takdirde kendilerini yenilemeyen toplumlar yenilmeye mahkûmdurlar. Bu değişimin değer normları (yani sosyal hukuk normları) belirlenirken; elbette ki ehl-i sünnet ve’l cemaat algısı dikkate alınmalı, şûrâ ile icma kapsamında (sosyal hukuk normunun niteliğine göre (ittifak, nitelikli veya salt çoğunlukla) bu kararlar, ortak akılla uzman heyet tarafından verilmesi daha sağlıklı ve kabul edilirler. Bunun için kıymetli diyanetimize aktif olarak büyük görevler düşmektedir. Yoksa ihtilaflarımız iftiraka dönüşecek ve başka düşman aramaya gerek de kalmayacaktır. Saygılarımla.